Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Vaktiyle o saadete eriştiği halde kerrât ile yeniden Hacca gitmek isteyenleri anlamayanımız da vardır; haksızlık ediyorlar. Ben de öyle düşünürdüm, "tadımlık da bir doyumluk da" derdim; öyle değilmiş.

Dünkü gazetede Mehmet Kamış'ın Mekke izlenimlerini okuyunca yüreğim cızz etti. Üç sene önce o izlenimleri ben yazıyordum. Gecesi gündüzüne karışan Mekke'nin limonata gibi seherlerinde Kâbe'nin yörüngesinde yörük değirmenler gibi uçuşan kalabalığın arasında ben de vardım. Kadınlı erkekli, çocuklu, delikanlılı müminlerin inanç yoğunluğundan billurlaşmış çehreleri arasında dâr-ı dünyada bulunmak gereken en mânidar yerde bulunuyor olmanın saadeti elbette unutulmaz. Hacc'ın teorisi yapılsın, âmenna fakat o bizatihi pratiktir; görmeyen, yaşamayan, hissetmeyen bilmez. "İlki farz, gerisi nâfileden sayılır" demekle o saadeti teşrih edemezsiniz. Gönül hep orada olmak ister.

Evvelce anlatmıştım; yirmi seneyi aşkın bir süreden beri Mekke'de yaşayan bir âlim hemşehrim var; Tarihçi Necati Öztürk. Üniversite kadrolarında Suudi idaresinin tensikata gitmesi üzerine sırf o belde-i tayyibeden cüdâ kalmamak için şahsi imkânlarını sonuna kadar zorlamış ve neticede bir özel kütüphanenin yöneticiliği ile iktifâ ederek emeline kavuşmuştu. İstese başka üniversitelerde iş ve kürsü bulması mesele değildi ama o her akşam saatlerinde Haram'a namaza gitmeyi, beraberindeki su bidonlarına Zemzem doldurup evine taşımayı seviyordu. Zemzem'in kaynağını temizleme ve zenginleştirme çalışmaları esnasında suyun menbâına kadar indiğini nasıl da heyecanla anlatmıştı. "Dönmeyi düşünmüyor musunuz?" diye sorduğumda, "Allah nasib ettiği müddetçe buradayım, burada olmak isterim" demişti. Şimdi onu daha iyi anlıyorum; Ömrünü hep Mekke'de geçirmek arzusunda bir başka yere gönül kırgınlığı filan yok; tam aksine katıksız, âdeta iman haline gelmiş bir aşk var.

Birkaç ay sonra "sıla-i rahm" için memleketine döndüğünde bana birkaç tane çok nadide Kâbe posteri hediye getirmişti. İçlerinden biri var ki gözlerinize inanamazsınız. Yorum sayfasının düzeni müsait olsa size bu posterin küçük de olsa bir fotoğrafını sunmak isterdim: 20'li yıllarda Kâbe'nin iç avlusunda çekilmiş bir resim. Görenler bilir, Kâbe'nin kapısı, tavaf zemininden birbuçuk iki metre kadar yüksektir. İşte o yüksekliğe kadar Kâbe'nin iç avlusu sular içinde; "Mekke'yi sel basar mı?" demeyiniz, vesikası var. Hattâ fotoğrafta Kâbe'nin kapısına ıslak ihramıyla oturmuş etrafı hayret nazarlarıyla seyreden bir hacıyı görmek bile mümkün.

Bu satırlar kaleme alındığı saatlerde (siz okuduğunuzda dün) Mekke, devâsâ bir körük gibi bir milyonu aşkın misafirini Arafat'a sevketme telâşesindedir ve Haram'ın belki de bütün yıl boyunca en tenha kaldığı anlardır. Gazeteci kafilesi arasında olmanın verdiği imtiyazla biz, sair hacı adaylarının çoktan Arafat'a eriştiği arefe günü seherinde Haram'da bulunmak lütfuna erişmiştik. Bu gözler, Kâbe'nin örtülerinin değiştirildiği sahneye mihmân idi; hamd olsun! Sonra özel imtiyaz etiketi taşıyan bir minibüsle Arafat'a azîmetimiz.

Bir dine, hasseten İslâm'a mensup olmak duygusunun herhalde en yoğun yaşandığı yer Arafat mahşeri olsa gerektir. Mekke hasretini gönül sacında türüm türüm tütüten yakıcılık da budur işte. Mü'min için nasıl bir yüksek vecd hali ise, taşradan seyredenler için eşi bulunmaz bir ibrettir o.

Ve bu gün akşam güneşi Mekke ufuklarında gurûb ettikten sonra hacı adayları için (bence) yeryüzünün en güzel, en tatlı, en hayırhâh seferi, en mes'ud yürüyüşü başlayacaktır. Bu gecenin sabahı ise bir bayramın nasıl hak edildiğine şahittir.

Gönül duanın ucuna çıkılanmış bir mendildir bugün; Mekke âfâkında cevelân eden!