Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Enerji tüketenlerin üç aydan bir yıla kadar hapsine..." terânesiyle başlayan savcı iddianamelerinin eli kulağındadır herhalde. Enerji krizi karşısında hükümetin bulduğu tedbir bizi iki dünya savaşı arasındaki Türkiye'nin vâriyet kavrayışına götürüyor: "Yoksullukta eşitlik!"

Şöyle böyle 60 yıllık bir maddi, elle tutulur bir gerilemedir bu. Türkiye, üretim ahlâkını tesis edemeden tüketimden fedakârlıkta bulunmaya zorlanıyor; tüketilen şey Çikita muzu değil ki Nevşehir elması ile ikaame edilebilsin? Enerjiyi kısarak tüketimi denetlemek çağdaşlığa tam cepheden savaş açmaktır!

Enerjinin muasırlıkla bire bir ilgisi var: Çağdaşlık standartının ilk kriteri kişi başına tüketilen enerji. Enerjiden tasarruf yaparak iktisadi tabloları ıslah edemezsiniz; çünkü iktisadi tablolar, enerji kullanarak müsbet noktalara çıkarılabilir. Enerji, üretim demek; üretimi kısmak iktisadi intihardır. Zaten yeterince üretemeyen, üretmek heyecanını milli kültürün bir uzvu haline getiremeyen, milyonlarca işsiz ve daha kötüsü "mesleksiz" nüfus barındıran Türkiye, enerjiden tasarruf yaparak krizden çıkmayı hedefliyor! Bu, çare değil çaresizliktir; siyasetsizliğin en utanç verici noktası ve idaresizliğin evc"i bâlâsıdır.

Enerji bakanına şahsi husûmetim yoktur; fakat daha aylar öncesinden istifa etmesi gerekirdi. Ülkesini asgari iki saatlik elektrik kesintisine mahkûm eden, böylece verimliliğin, işgücünün ve toplam üretiminin düşmesine sebep olan bir bakan istifa etmeyecekse, "istifa" kavramının içi çürümüş demektir. İş ve üretim ahlâkının en mühim rükünlerinden birisi de istifadır. Doğrudan mesul ve müsebbib olmasanız bile istifa gerektiren haller vardır ve bu gibi hallerde istifa, idarenin, siyasetin ve genel ahlâkın itibarını kurtarır. Neticede ülkesinin enerji tüketimini kısıtlayan bir bakan, o ülkede o sandalyeye ehil olan son kişi demek değil midir?

Meselenin ideolojik vechesi de var; yüz elli senedir gözümüz "muasır medeniyet" adını verdiğimiz imrendirici hayat tarzına dikilmiş durumda. İdeolojik kabuller de termodinamiğin temel kanunlarına tâbidir; lâf, işe yani üretime dönüşmelidir. Lâf ile dünyanın en güzel anayasalarını yazabilirsiniz; güzel bir anayasanın enerji girdisi, siz bilemediniz iki günlük hukukçu mesaisi, iki adet kurşun kalem ve 80 yapraklık bir bakkal defterinden ibarettir. Ne var ki çağdaşlık çok sayıda insanın, doğru hedefler istikametinde iş görmesi, üretim yapması ve emek harcaması ile mümkün. CHP'nin altı okunun teşkil ettiği prensiplerin "doğru veya yanlış, ayrı mesele" zihnî emek, elektrik, kömür, beden gücü veya km saat cinsinden ne kadar enerji sarf edilmek suretiyle hayata geçirilebileceği hiç hesaplanmış mıdır? 'Laikim' demekle laik olunmuyor işte; devletin laiklik ihlâllerinden fesat odaklarının ihlâllerine sıra gelmiyor bile. İdeolojiler lâftan ibaret değildir; onların enerji, emek ve üretim cinsinden bedelleri vardır. Cumhuriyet'in olmazsa olmaz hedeflerinden birisi "yeni bir toplum" inşâ etmekti. Yeni bir toplum için radikal ve sert direktiflere ilaveten muazzam bir eğitim hamlesinin de gerektiği açıktı. Cumhuriyet'in neredeyse sekizinci on yılında eğitimimiz kayalara bindirdi; üniversitelerinde ana dil gramer dersleri verildiği halde en basit gramer kaidelerini on satırlık metinde tatbik edemeyen talihsiz genç kuşaklar yetiştirdik. Mübalağa etmiyorum; bugün "de, da" ve "ki" eklerini doğru kullanabilen her genç, alnından kerrât ile öpülmeyi hak edecek derecede üstün bir niteliğin sahibidir!

Üretimsiz Cumhuriyet olmayacağını artık anladık mı? Hayır! Devlet idaresinde laik üslûbun, tepeden inmeci direktif ve baskılar yerine, üretkenlikte ve toplam üretimde "çağdaş" limitleri aşmış toplumlarda esasen kendini bir ihtiyaç olarak hissettireceği gerçeğini kavramış durumda mıyız? Maalesef! Çağdaş dünya ile aynı seviyeye gelmek için XX. yüzyılda geliştirdiğimiz en büyük projenin adı Atatürkçülük'tür. Bugün Avrupa Birliği'ne girmek, bazı çevreler tarafından Atatürkçülük'ün nihai hedeflerinden en büyüğü olarak takdim ediliyor; ama AB, üretimi düşük, enerji kullanmakta geri, üretim ve tüketim ahlâkı konusunda felsefi birikime sahip olmayan Türkiye'yi bünyesine kabulde nazlanıyor ki kendi nokta"i nazarlarından haklıdırlar. Biz yıllar öncesinden beri Atatürkçülüğü, enerjiyi işe çevirecek bir hamaratlık ve üretim felsefesi olarak da yorumlamayı başarabilmeliydik; bize çok zahmetli göründüğü için bu yükün altına omzumuzu koymak yerine Atatürkçülüğü sadece ideolojik argümanlarla yaşayan ve devlet himayesi altında varlığını sürdürebilen, sırf "söz"den müteşekkil bir yapı haline getirdik. Atatürk'ün Türkiyesi 2001 yılına, yevmiye iki saatlik elektrik kesintisi yaparak, fabrikalarda üretimi durdurarak, Meclis'in ampullerini söndürerek mi girmeliydi? O Meclis ki bütün Türkiye'nin en rûşen, en aydınlık, en ziyâlı, âdeta gece ve gündüz bir şehrâyin neşesini aksettirecek kadar pırıl pırıl bir sembol makamı olmalıydı. Meclis'in ampullerini söndürerek tasarruf edebiyatına zelilâne iştirak etmenin izzeti nefsi örseleyeci bir anlamı var; nasıl fark edilmez?

Tasarruf tüketimde olmaz, israfta olur. Enerji tasarrufuna tasarruf demek lügate ve hakikate hakarettir. Türkiye, müsrifliğin siyaset haline geldiği sektörlerde tasarruf yapmaya yanaşmıyor; ama çağdaşlığın yegâne kriterinde tasarrufa âmâde! Madem "enerji tasarrufu" bu kadar matah bir şeydir, niçin iki saatle iktifâ olunsun efendim; olmuşken 22 saate çıkaralım da çağların üstünden zıplayarak muasır medeniyet seviyesinin de önüne geçelim. Ev hanımları gaz lambasında yün çorap örsünler, sanayi işçileri eğe ile rulman yuvarlasınlar, çocuklar kış soğuğunu "mekik ve şınav" çekerek göğüslesinler, artakalanımız ise yağmur duasına çıksın; dünya da nasıl "enerji tasarrufu" yapılırmış görsün ve ibretle titresin!

Bari onlar ibret alsın, zira bizde bir şeylerden ibret alacak i'zan kalmamıştır!