Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ergenekon Davası Türkiye’nin sadece bugününü değil, geleceğini de etkileyen bir seyir gösteriyor.

Eski Yargıtay başkanlarından Sami Selçuk, “Bu dava devletle ilgili olduğu için suç açısından siyasi bir davadır. Ama suç siyasidir diye, dava siyasallaştırılamaz. Ergenekon davası A’dan Z’ye siyasallaşmıştır” görüşünü savunurken zihinlerde soru işareti bırakan bir müphemliğe yol açıyor. Bu sözü düpedüz, “Hükûmet, yargıya müdahale ediyor” şeklinde anlayanlar, hakikatte neyin murad edildiğini anlayanlardan galiba biraz daha fazla olacaktır. Davanın siyasileşmesi kavramından benim anladığım şudur: “Dava, daha şimdiden adli ve cezai sonuçlarından ziyade siyasi bir depreme sebep olmuştur ve işlerin bu noktaya gelmesi, yargı sürecini usule uygun sürdürmeye çalışanlar için menfi, hatta yıpratıcı bir tesir yapacaktır.”

Öyle görünüyor, çünkü CHP, çok şaşırtıcı bir şekilde Ergenekon Davası’nın hükûmet tarafından yargıyı aracı ederek beğenmediği siyasi teşekkülleri ortadan kaldırmak maksadıyla kullandığını ileri sürdü ve bu iddiasını tekrarladı. Bir hükûmetin yargıyı kötüye kullanarak siyasi muhaliflerini tasfiye etmesi fikri, başlı başına muazzam bir fantezidir ve Türk Yargı sistemine ve kurumuna karşı açıkça güvensizlik izharı anlamına geliyor.

CHP’nin Ergerekon Davası karşısındaki tutumu şaşırtıcıdır ve büyük risk ihtiva etmektedir. Ne var ki CHP’nin bu tezini ciddiye alanların sayısı hiç de küçümsenemez; özellikle bu fikri destekleyenlerin önemlice bir kısmı, basın kuruluşlarının önemli yerlerinde kanaat önderi sıfatıyla bu teze destek verince, neticede bu tez ciddi imiş gibi bir intibâ ortaya çıkıyor. Çok tekrarlanan ve geniş bir topluluk tarafından dillendirilen kanaatlerin yanlışlığını isbat etmek zordur; hele meselenin ucu siyasi bir gerginliğe yaslanıyorsa…

Tam da böyle oluyor; başta CHP ve Genel Başkanı olmak üzere basında Ergenekon aleyhtarı diye bilinen kanaat önderleri, Ergenekon Davası’nın, iki farklı hayat görüşü, iki farklı ideoloji, hatta iki farklı Türkiye tablosu arasında bir tercihten ibaret olduğu izlenimini yaymaya çalışıyorlar; tehlike buradadır. Onlara göre Ergenekon Davası asılsızdır; hükûmet tarafından birkaç savcı ayartılıp şerefli, itibarlı (hatta çok yaşlı ve hasta) insanlara iftira atılmak suretiyle İslami bir hayat tarzı egemen kılınacaktır.

Oysaki aralarında benim de bulunduğum bir başka fikri temsil edenlere göre bu davada, vaktiyle çeşitli gruplardan etkili insanları bir araya getirerek hükûmet darbesi yapmak suretiyle iktidarı ele geçirmek isteyen bir örgütün, hukuk yoluyla hesaba çekilmesi söz konusudur ve biz, bu davanın yargılama usûlünün bütün kaidelerine itaat edilerek tamamlanmasını, suçluların cezalandırılıp masumların bir an evvel salıverilmesini diliyoruz. İstiyoruz ki Türkiye’de artık darbeler dönemi kapansın ve artık kimse hukuk dışı yollardan iktidarı ele geçirmeyi aklından geçirmesin; Türkiye, gerçek mânâda hukukun üstün olduğu, derinliklerinde hiçbir gizli örgütün barınamadığı, yargının her türlü baskıdan âzâde itibarlı bir mevkie geldiği güvenilir bir devlet hâline gelsin. Kâğıt üstünde bu iki temel görüşün nasıl olup da yan yana durabildiği pek mantıklı görünmüyor; çünkü, Ergenekon Davası’nın aleyhinde bulunan topluluk, zanlıların keyfî bir usulle, uygun olmayan zamanlarda, usule aykırı olarak gözaltına alındığını, uydurma delillerle haksız yere tutuklandıklarını, esasen içlerinde birkaçının ufak-tefek suçlara bulaşmış olsalar bile çoğunun aklı başında, güvenilir, sayılır, sevilir kişilerden mürekkep olduğunu, hükûmetin ve savcıların böylelikle muhalefeti sindirmeye çalıştıklarını ileri sürüyorlar. Temel tezleri kısaca bundan ibarettir. Bu itirazlar o kadar çok yerde ve çok kere tekrarlanıyor ki, maalesef kamuoyumuzun bir kısmı Ergenekon Davası’nın bir hükûmet projesi olduğuna, “içerdekilerin” ise haksız yere oraya konulduklarına yönelik bu haberlere inanmaya başlamış bulunuyor.

Söylenenlerin doğru olup olmaması değil, tekrarlanma sayısı önemlidir ve bu haberler Türk “medya”sında olağanüstü bir hızla dönüp durmaktadır.

Bir yanda duruşmalar devam ediyor, yeni araştırma ve soruşturmalar yapılıyor, hatta yeni bir iddianamenin varlığından bile söz ediliyor fakat öte yanda CHP ve yandaş medyası, devam etmekte olan bir dava hakkında durmaksızın sızlanıcı ve şikâyetçi sesler çıkararak yargıya güvenilmemesi gerektiğini ileri sürüyorlar.

Sokaktaki adam, bu yoğunluktan etkileniyor ve sanki kendi hayat tarzına yönelik ciddi bir tehdit, bir kısıtlama söz konusu imiş gibi müdafaa pozisyonuna geçiyor. Hatırlanacak olursa, “hayat tarzımız elden gidiyor; bunlar bizi sokakta gezemez hâle getirecekler, içkiyi yasaklayacaklar, kadınlar ve erkeklere ayrı otobüsler tahsis edilecek” türü panikletici haberleri daha önce de duymuştuk. R. T. Erdoğan’ın İstanbul B.B. Başkanlığını kazandığı günlerin ertesinde de buna benzer kışkırtıcı haber ve yorumlar hızla artmış, kendini laik diye tarif eden insanların yüreğine korku salınmaya çalışılmıştı; bunların doğru olmadığı daha sonra görüldü ama taktik ne yazık ki aynıdır. Şu anda Ergenekon sanıklarının, neredeyse yargılanmadan tahliye edilmelerini sağlamak için müthiş bir kampanya yürütülüyor; iddianameler ve bunların ekindeki deliller yokmuş gibi şiddetli bir aklayıcı propaganda yapılıyor; her tutuklama dalgasında birkaç sanık öne çıkarılarak, “şöyle masum ve güzel insana bu yapılır mı, bu defa gerçekten ileri gittiniz, çarpılacaksınız!” yollu yorumlarla kamuoyu ve yargı, kanaat baskısı altına alınıyor.

Kısaca belirtelim; hayat tarzı farklılıkları üzerinden siyaset yapmak hem çok çirkin, hem de tehlikeli. Ne derece işe yarayacağını kimse bilemez; yakın geçmişte yaramamıştı ama meselâ sağ-sol bölünmesinin beş bin gencin hayatına mal olduğunu ve toplumu ikiye böldüğünü unutmayalım. İnsanları korkutarak, birbirine düşmanmış gibi göstererek siyaset yapmaya çalışanların çatışmadan başka çözümleri yok demektir. Bunlar mesela mahkeme önünde herkesin aklanabileceği gibi bir ihtimali akıllarına getirmiyorlar, var güçleriyle hükûmetin yargıyı kötüye kullandığı propagandasını alevlendirerek her nevi izin birbirine karışacağı bir çatışma ortamında aradan sıyrılmayı hesab ediyor olmalılar.

Hukuka güvenmiyorlar, emniyet teşkilatını zan ve töhmet altında bırakan bulanık imâlar yayıyorlar, sadece yüksek sesle bağırarak etraflarında çok sayıda meraklı ve yönlendirmeye hazır insan toplanmasını sağlamak istiyorlar.

Ergenekon sanıklarının tamamı sütten çıkmış ak kaşık bile olsa, yargı aleyhinde bu derece yaygara koparanların ayrıca -ve yine yargı aracılığı ile- yargıya saygı duymaya zorlanmaları kaçınılmaz hâle gelmiş bulunuyor. Sami Selçuk’un “yargı siyasallaşıyor” tesbitini, bu boyutuyla da kavramak gerek; CHP ve paralelindekilerin hükûmet üzerinden yargıya yönelttiği yıkıcı tenkidler, davanın mahiyetini ister istemez bulanıklaştırdı.

CHP’nin, yargıya saygılı bir tavırla davayı gözlemek yerine niçin isyankâr ve kışkırtıcı bir dille yargı sürecini sabote etmeye kalkıştığını anlamak hakikaten zor. Çünkü bu yol, -maazallah!- Türkiye’yi çatışmadan başka hiçbir yere götürmez.