Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu sene, İkinci Meşrutiyet'in 100. yılı; geçenlerde bir radyonun spikeri, bu hadiseden bahsederken "II. Meşruiyet" diye telâffuz edince aklıma o mâlum ve meşhur nükte geliverdi: "Cehlin ol mertebesi ancak tahsîl ile mümkündür." Hatırlayacağınızdan eminim, bundan iki yıl kadar önce bir grup aydın ve üniversiteli gencimiz 31 Mart vakası'nı protesto etmek için çok mâsumâne fakat aynı derecede câhilâne bir tercihle Mart ayının son gününü seçmişlerdi. İnkılâplar edebiyatımıza "gerici bir ayaklanma" diye geçen bu hâdisenin şimdiki takvim uygulamasına göre 13 Nisan'a denk düştüğünü bilmeyenlerin, 31 Mart'ı hangi derin bilgi ve tahkike dayanarak protesto etmeye kalkıştıkları derin muammadır. Basit bir dil sürçmesi, mâsum bir tarihleme hatâsı değil bu örnekler... Cehâletin küstahlığı demek belki daha isâbetli...

II. Meşrutiyet diye bilinen hareket, o devrin takvimiyle 10 Temmuz 1324'de cereyan etmişti; bugünkü takvime çevrildiğinde bu tarih 24 Temmuz 1908'e denk gelir. Temmuz içinde özellikle ilmi kuruluşların hayli yoğun bir programla bu hadise üzerinde duracaklarını, toplantılar, yayınlar, konferans ve sempozyumlarla manidar bir anma faaliyetine girişeceklerini biliyorum. O günkü inkılâpçıların pek sevdiği has tâbiriyle "10 Temmuz İnkılâbı", Türk siyasi hayatının modernleşmesinde ve biçimlenmesinde büyük payı bulunan bir harekettir. Bilindiği gibi bu tarihte Sultan II. Abdülhamid, Makedonya dolaylarında dağa çıkan birkaç askerî birliğin isyanı üzerine otuz seneden daha fazla bir süreden beri her yıl resmî yıllıklarda metnini yayınlatmasına rağmen hükümlerini askıda tuttuğu 1876 Kanun-ı Esasisi'ni yeniden yürürlüğe sokarak genel seçimlerin yapılmasına ve Osmanlı Parlamentosu'nun açılmasına karar vermişti. Merkezi henüz Selanik'te bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından düzenlenen askerî başkaldırının beklenmeyen şekilde başarıya ulaşması İstanbul kamuoyunda büyük şenlik ve taşkınlıklarla kutlanmış, hemen akabinde o yılın sonbaharında yapılan seçimleri İTC hemen hemen tek başına kazanarak, Türkiye'nin ilk çok partili demokrasi tecrübesini başlatmıştı. Demokrasi ile Cumhuriyeti özdeş zanneden genç okuyucular, II. Meşrutiyet'in bir demokrasi tecrübesi olduğu, biraz şaşkınlıkla karşılayabilirler. Serbest basın kuruluşları, çok partili parlamentosu, örgütlenme hakkı, söz söyleme ve fikir hürriyeti, hatta ilk Türk işçi eylemlerine sahne olmasıyla II. Meşrutiyet, elbette bir demokrasi tecrübesiydi. Osmanlı Monarşisi bu kararla "meşrût" yani anayasaya bağlı yeni bir siyasi hayata geçmişti.

Hepimizin bildiği gibi bu tecrübe başarılı olamadı. Türkiye'de bazı muhafazakârlar 1908 ile 1914 arasında kesintilerle devam edebilen çok partili hayatın, o tarihler itibariyle sağlıklı altyapıdan mahrum demokrasinin gelişmesi için çok talihsiz bir deneme olduğunu, İttihat ve Terakki'nin on yıl gibi kısa bir sürede koca devleti mahva sürüklediğini ileri sürerler. Bu tahlil, doğruluk payıyla beraber vahim hatalar da ihtivâ ediyor, fakat bu yazıda esas konumuz, bu on senelik sürenin (1908-1918), günümüz siyasi yapılanmasının temel karakterini -ve elbette temel zaaflarını- şekillendirmesi olacaktır.

1908 güzünde ilk siyasi partiler kurulduğunda bu örgütler sahici bir toplum tabanına dayanma şansından mahrum idiler; bu yüzden İstanbul'da bir avuç entelektüelin politik fantezisi olmaktan öteye geçemeyen bu partiler, çok kısa zamanda Osmanlı coğrafyasının en yaygın ve güçlü örgütü durumundaki orduya yaslanmak lüzumunu anladılar. İttihat ve Terakki zaten ordu içinde küçük rütbeli subayların desteğiyle vücut bulmuş bir siyasi partiydi; İTC'nin muhalifleri de, açıktan açığa "ordu partisi" gibi görünen İTC'ye karşı eşit şartlarda rekabete girişemeyeceklerini farkedip kendilerin ordu içinde destek aramak zorunda kalmışlardı. Muhtelif çapta ve karakterde muhalif partilerin bir araya gelmesiyle oluşan Hürriyet ve İtilaf Fırkası, böylece ordu içindeki hoşnutsuz subaylarla ittifak kurarak yeni bir siyasi blok kurdu. Bu blok iktidara gelmesine rağmen tutunamadı ve İTC fedaileri tarafından desteklenen kanlı bir hükümet darbesi ile İTC, muhaliflerini tasfiye ederek yeniden iktidara tutundu. Bu süreçte en çok dikkati çeken husus, ordu ile siyaset kurumu arasındaki sağlıksız ilişkilerdir; bu ilişkiler, ordunun aşırı derecede politize olması, hatta ikiye bölünmesi gibi trajik sonuçlar doğurdu. Bu esnada ortaya çıkan Balkan krizinin, feci bir mağlubiyetle aleyhimize sonuçlanması, tamamen ordu içindeki siyasi kamplaşmanın eseridir.

İTC, kanlı bir darbe ve tasfiye sonucu iktidarı yeniden ele geçirdiğinde demokratik nezaket ve kuralları bir kenara bırakarak üç kişilik bir dikta yönetimi (triumvira diye bilinir) ile ülkeyi yönetmeyi tercih etti. Kısa sürede kapıya gelen cihan harbi krizi, bizim açımızdan felaketle sonuçlandı ve 1918 güzünde Osmanlı orduları, dağıtılmak şartıyla zelil bir barış anlaşmasına zorlandı.

II. Meşrutiyet devrine dikkat kesilenler daima garip bir sürprizle karşılaşırlar: Bu, tarihle ilgilenirken, aktüaliteye tesadüf etmenin şaşkınlığıdır. Devrin bütün belli başlı hadiselerini, ufak tefek nüanslarıyla günümüzde de tekrarlanıyor bulmak, ilk elde insana, "a, tekerrür ediyor!" hissini telkin eder. Bu bir yanılgı değildir; Meşrutiyet hadiselerinin, benzerlerini, Cumhuriyet tarihimizin hemen her yılına -ama bilhassa son yıllara- dağılmış görmek mümkündür. Meşrutiyet zamanlarını tarihçinin nazarında kritik değere ulaştıran şey, onca hadisenin topu topu beş altı yıla sıkışması ve bir nevi "konsantre Cumhuriyet tarihi" manzarası kazanmasıdır. Arkeoloji bilimi, nasıl binlerce yılın özetini beş on santimlik arkeolojik toprak tabakasına yoğunlaştırıyorsa, Meşrutiyet yılları da, kendinden sonraki zamanları anlamaya yarayacak pek çok unsuru bünyesinde bir araya getirmiştir.

Meşrutiyet gibi Cumhuriyet de, halkın onaylamasına lüzûm görülmeyen, tek yanlı asker-aydın irâdesinin mahsulüdür ve daha da şaşırtıcı olan şey ilk defa Tanzimat'la siyasî karar mekanizmalarını etkileme gücüne kavuşan asker-aydın irâdesinin mahiyeti ve tabiatı icabı, aktüel zamanlara kadar "yönetilmesi gerekenlere" bakışında bir değişiklik olmamasıdır. Bu kadar fazla faktörün benzeştiği bir tarih kesitinde, insanı aynı suda iki kere yıkandığı izlenimine düşürecek derecede benzerlik ve kesişme bulunmasını tabiî karşılamamız gerekiyor.

İbret alınmayan şeylerin tekerrürü genellikle şaşmayan bir tarih kanuniyetidir.

Önümüzdeki Temmuz'da yapılacak II. Meşrutiyet konulu toplantıları, bir de bu gözle takib ederseniz, çok şey öğreneceğinizi temin edebilirim.