Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu tabir, dünkü Hürriyet'in manşetinden verilen "Doğan ailesinin acı günü" haberinde geçiyor.

Doğan Holding'in yönetim kurulu başkanı Aydın Doğan'ın kayınvalidesi Meliha Kantek'in vefatını duyuran iki cümlelik spot metninde Meliha Hanım'ın Cumhuriyet çocuğu olarak yetiştiği vurgulanmış.

Önce merhumeye rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum; yazacaklarımın merhûmenin şahsiyeti ve nitelikleriyle hiçbir ilgisi bulunmadığını da peşinen belirtmek isterim.

İlan sayfalarındaki ayrıntılı vefat ilanında merhûmenin "Hacı" sıfatını da taşıdığı hassaten belirtiliyor. Torunuyla çekilmiş fotoğrafında Meliha Hanım'ı, Fransız kültür iklimindeki yeri ve tarifiyle başında "turban"ı ile görüyoruz. Turban Fransızca'da sarık demek; bizde bu başlığa hanımlar sehven "bone" diyorlar. Cumhuriyet kültürümüz, kadınların hangi tarzda ve ne amaçla başlarına bir serpuş geçirdikleri konusunda icad ettiği azımsanamaz bir kavram anarşisinde debelenmektedir. Misâl: bu başlık türü, saçların setredilmesini değil, bir aksesuar olarak dış giyimi tamamlayan bir şıklık icabı olarak kabul görüyor; daha ziyade ise "başını örteceksin" ile "örtünürsen karafatma olursun" kutupları arasında bunalan hanımların sığındığı bir ara çözüm formülü, sâkin bir liman fonksiyonu icra etmekte. Hafızam beni yanıltmıyorsa İsmet Paşa'nın rahmetli eşi, saygıdeğer Mevhibe Hanım da dışarı çıktığında "turban" tesmiye olunan, sarık görüntülü, sabit plili bu serpuşu tercih etmekteydi.

Haberin ayrıntılarında Meliha Hanım'ın 1922'de doğduğu ve "Cumhuriyet kültürüyle büyüyen, aydın fikirli" bir insan olduğu tekrar ediliyor. Cumhuriyet, ertesi yıl ilan edildiğine göre bu ifadelerle doğum tarihinin esas alınmadığını, benimsenen kültürün dikkate alındığını anlıyoruz. Benim babam, bu hesaba göre şeklen Osmanlı çocuğudur; tevellüdü 1335, şimdiki takvimde 1919'a tekabül ediyor. 27 Mayıs Darbesi'nden bir ay önce vefat ettiğinde fötr şapkasıyla gezen, canı sıkıldığında kısa bıyığını da kesen, çocuklarını Avrupai tarzda giydirirken eşinin atkı ve manto, hatta ba'zen çarşafla dolaşmasına ses çıkarmayan biri. Bu vasıfları onu, fiilî mânâda Cumhuriyet çocuğu yapar mı bilmem; fakat müfrit derecede Menderes hayranı olduğu ve bu gibi saçmalıkların henüz ciddiye alınmadığı günlerde göçüp gittiği kesin.

Rahmete intikal etmiş birinin ardından niçin tekrâren "Cumhuriyet çocuğu idi" vurgusunu belirtmek ihtiyacı hissedilir bilemiyorum; bana merhûmeden ziyade geride kalanlarının gönlünü hoş etmek, "imaj"larını tazeleyip takviye etmek için yapılmış bir jest gibi göründü. Yadırgadım. Esasen bütün inançlarda ölüm kültürü, ölenleri değil, geride kalanların ahvâlini ve muradını tarif eden bir mahiyet taşıyor.


Ölüm, derûnunda ilahlaşma eğilimi taşıyan insanoğlunun en büyük muammâsı, en büyük açmazı ve doymak bilmeyen üstünlük iddialarımızın çâresizlikten kapısında diz çöküp mecâlsiz kalakaldığı bir duvar; öyle bir duvar ki, ölümsüzlüğü hakkıyla tasavvurdan âciziz. İnsan ölmeseydi dünya nasıl bir yer olurdu sualinin cevabı da yoktur. Hayat ne kadar şaşırtıcı kavranılmaz ve akıl üstü bir fenomense ölüm de onun simetrisi gibi duruyor. İlâhî irâdenin en az hayat kadar mucizevi bir su'n (Allah'ın yaratma, halketme vasfı) ile hayatı paranteze alması, bize pek tabii bir şey görünüyorsa da akla sığmaz bir hikmet. İbret!


Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: "İnsanoğlu öldüğü zaman amel defteri kapanır. Ancak üç şey müstesnâ: İlki sadaka-i câriye, yani hayrı devam eden iyilikler, ikincisi insanlara yararlı cinsten ilim ve nihâyet kendisine dua eden hayırlı evlat."