Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

12 Mart döneminde Türk kamuoyu, o güne kadar görmediği türden yeni cürümlerle tanışmak zorunda kalmıştı; "Emekçi Türkiye halkları"nı kurtarmak için terörizmi tercih eden bazı Marksist militanlar, polis tarafından sıkıştırılınca masum insanları rehin tutuyor ve emniyet güçleriyle pazarlık yapmaya çalışıyorlardı.

O günlerden hâtırımda kalan bir cümle var: "Devlet eşkıya ile pazarlık yapmaz!". O günlerde kamuoyunun neredeyse % 95'i bu gibi hadiselerde devletten yana tavır takınırdı ve belki bu yüzden devletin eşkıya ile pazarlık yapmaması fikri büyük bir kabul görürdü. Aynı cümleyi daha sonraları uçak kaçıran, banka soyduktan sonra bir köşede sıkıştırılan teröristlere karşı tavır konulurken de duyduk ve neredeyse devlet olmanın temel rüknü, hatta yazıya geçmemiş bir anayasa maddesi gibi doğru kabul ettik.

Devlet, suç ve cezayı önceden takdir edebilen bir otoriteyi temsil ettiği için aslında "pazarlık" tercihini kendi eliyle ortadan kaldırır; hafifletici sebepler, bu mânâda pazarlık unsuru sayılmaz, daha ziyade suçun kapsamının ve şiddetinin azaltması için önceden takdir olunmuş tedbirlerdir. "Devlet pazarlık etmez." cümlesi kulağa hoş geliyor; peki, devletin pazarlık etmesi gereken insânî durumlar hiç vukû bulmaz mı? Meselenin teferruatına girmek mümkün; kamu otoritesinin bükülmezliği ile "insânî haller"in çatıştığı her hadisede, hasara uğrayan tarafın "insânî haller" olduğunu söyleyebiliriz; zira devlet, dünyanın her yerinde mevcut uygulamalarıyla son tahlilde bir "cebr ve tahakküm" cihazıdır.

"Devlet eşkıya ile pazarlık yapmaz" sözünü birkaç gün önce yine bir devlet yetkilisinin ağzından duyduktan hemen yarım gün sonra devletin pekâlâ pazarlık yaptığını da öğrendik. Ben, "devlet katiyyen pazarlık yapmaz"cılardan değilim, hele ortada mâsum insanların hayatı söz konusu ise yarı felsefî sloganların gölgesine sığınarak "insânî haller"in göz ardı edilmesi beni vicdânen rahatsız eder; fakat devlet işlerinde yeknesaklık ve tutarlılık beklemek hakkımız da vardır. Öyle sanıyorum ki Uşak Cezaevi'nde isyan çıktığı haberini toplantı esnasında duyan Bakanlar Kurulu üyeleri de, benimkine benzer bir zihnî çelişki çaresizliğini hissetmiş olsalar gerektir. Uşak Cezaevi isyanının, bazı rehinelerin katledilmesine rağmen daha çok kan dökülmesini engellemek uğruna resmen ve alenen "pazarlık"la savuşturulmuş olmasını tenkit etmiyorum; bu hadiseyi münferid vak'a olarak değerlendirmek bence hatâdır. Ağaçtan ormana geçelim. Bütüne şâmil nazarın ilk bakışta gös<ö> <ö> terdiği hakikat şudur:

1" Türkiye'de suçun karşılıksız kalmayacağı hissini topluma telkin eden bir "infaz felsefesi" kalmamıştır. (Bu arada "infaz" kelimesinin, yerli"yersiz her mânâda israf edildiği için aslî mânâsını kaybettiğini de hatırlatmalıyız; neredeyse "öldürmek, katl, idam etmek" gibi anlamlarla bütünleştirilen infaz kavramının asıl mânâsı, "yerine getirmek, bir emri yürütmek, etkili olmak", yani takdir edilen cezanın tamamiyle yerine getirilmesidir.) İnfaz felsefesinin yerine kaim olan şey, bizatihi hukuk nizamımızın arka planda mevcut bulunması gereken "hukuk felsefesi"nin yokluğudur; kısaca hukuk felsefesi yoksa, infaz felsefesi de olmaz.

2" Bu yüzden hukuk sistemimiz, muhtemel cürümlere karşı muhtemel mücrimleri caydıracak kararlılığı kaybetmiş görünüyor. Devleti tesis eden mutabakatın en temelinde can, mal ve ırz emniyetinin devlet tarafından üstlenilmesi yolundaki taahhüt vardır ve bu yüzden dünyanın en liberal kamu yönetimlerinde bile suçun özendirilmesi anlamına yorumlanabilecek lâgarlıklara kat'iyyen müsamaha edilmediği, aksine en etkili şekilde tedbire tevessül edildiğini görüyoruz.

3" Hukuk ve infaz felsefesi inşâsında ve onun hayata geçirilmesinde gösterdiğimiz zaafın en büyük nişânesi, on yıllık periyotlarla çıkarmak zorunda kaldığımız genel af kanunlarıdır. Çıkarılan her genel af kanunu, kamu otoritesinin ve kamu vicdanının, kendi va'zettiği ve yürüttüğü hukuk sisteminin doğruluğuna ve güvenilirliğine duyduğu şüpheyi izhar ve itiraftan başka bir anlam taşımıyor. Takdir ettiği cezanın isabetine emin olan kamu iradesi, cezanın infazında da aynı kararlılığı gösterebilmeliydi. Hapşırık gibi belli aralıklarla tekrarlanan af kanunları, aslında kolektif bir tashih"i karardır ve bu yüzden istisnâi hallerde uygulanması gereken af müessesesi de yalama hale getirilmiştir.

4" Sırf bu vâkıâ bile devletin imajını ciddi bir şekilde zedelemiş bulunuyor; kendi hapishanelerinde kamu otoritesini tesis edemeyen, mahkemelerinin takdir ettiği hükümden emin olamayan ve neticede tutuklularla pazarlık yapmak zorunda kalan bir devlet, kendi meşrûiyetini de kendi eliyle tartışma zeminine çekmiş demektir. Devleti bu derece zaaf içinde görmek, liberal eğilimlerin ayyuka çıktığı şu demde bile insanı tedirgin ediyor.

5" Adalet Bakanı'mız şahsen kendisine çok itimad, saygı ve sempati duyduğum bir insan; siyâsî sorumluluk üstlenmiş bir devlet adamı olarak her gece başını yastığa koyduğunda ne kadar rahatsızlık hissettiğini tahmin edebiliyorum; fakat hükümetin istikrarı uğruna istifa müessesesini işletmemesi yüzünden "devlet" fikrinin ne kadar zarara uğradığını herhalde benden daha takdir edecek durumdadır.

Belki de bütün bu olup"bitenlerin çok gerilerinde gizlenen anlam şudur; bugün devletten yana tavır alan partiler, bürokratlar, devletçi oligarşinin resmî ve gayriresmî unsurları aslında el ele verip Türkiye'de "devlet" fikrini ve aksayarak da olsa yürüyen sistemi içerden oyan ve çürüten bir görüntü veriyorlar. Bu kadro, devletin değil üç"beş kuruşuna, elli altmış milyar dolarına bile sahip çıkamayacak derecede beceriksiz ve ehliyetsiz bir intiba veriyor. Siyaset, bütçeyi kontrol için ve bütçeyle yapılır. Göründüğü kadarıyla iki yıllık bütçesini hırsıza kaptıran bir kamu otoritesi hiç "maznun" mevkiine geçmeyecek mi? Cümleten hırsızları ayıplıyoruz; fakat bu işte asıl kabahat "ev sahibi"nin gibi görünüyor. Dürüstlük, en büyük siyasî meziyet haline geldi; halbuki siyasetin ilk ve en basit şartı olmalıydı. Dışarıdaki mücrimi yakalamak bir marifet, içeride tutabilmak daha büyük fazilet haline geldi.

Hangi perdede hatırlamıyorum, Prens Hamlet'in ünlü bir repliği çınlıyor zihnimde;

" Çürüyen bir şey var Danimarka Krallığı'nda!