Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Avrupa Birliği'ne girme meselesi, liseyi dışarıdan bitirme hikâyesine döndü ve öyle olacağını yıllardan beri tekrarlayıp duruyoruz.

Bu hazin hikâyenin en olumlu yanı, "diploma verecekler" ümidi ile lise müfredatını iyi öğrenmek ve hazmetmek yolundaki cehdimizden ibarettir. Peki, liseyi dışarıdan bitirmek, yani eğitimden üretime, yönetimden felsefeye kadar pek çok konuda Avrupa kıstaslarını edinmek konusunda ne kadar samimiyiz: Sınavı yapacak hocalar arasında bir "tanıdık" arıyor muyuz, kopya çekmek gibi bir niyetimiz var mı, yoksa "acelem yok, dersime hakkıyla çalışır başarırım" niyetinde miyiz?

AB projesine gönül verenler, bizde ortak akıl katsayısını yükseltmeye çalışıyorlar aslında; ortak akıl veya Fransızların "hikmet-i hükûmet" dedikleri kavram. Türkler, iki yüz seneden beri ortak aklı artırma çabalarına "asrîleşme, muasırlaşma, modernleşme" adını veriyorlar. Atatürk'ün bizzat siyaset ettiği devir, modernleşme ve muasırlaşmanın yerli kuvvelerle yürütülebileceğine duyulan açık güveni aksettirmesi bakımından önemlidir. İki dünya harbi arasındaki konjonktürün uygunluğu sebebiyle Türkiye, tek partili yıllarını dış siyasette bağımsız ve bağlantısız geçirmeyi başardı. İkinci Dünya Harbi'nde bağımsızlık siyasetini ürkeklikle mezcedebildik ama sonraki yıllarda Türkiye, kendi kuvveleriyle modernleşebileceği ve ortak aklı yükseltebileceği yolundaki özgüvenini kaybetti; bu hikayenin şu anda yaşanan faslı, AB kapılarında beklemekle geçireceğimiz yıllara dairdir. Avrupa Birliği'nin daha şimdiden "ikinci el araba" mevkiine düşmüş olması henüz fark edilmiyor, çünkü AB üyeliğini hâlâ modernleşmenin kaçınılmaz vasıtası olarak gören ve bunu kaçınılmaz bir devlet politikası şeklinde algılayanlar etkilidir.

Yeniden, "biz zaten girmeyeceğiz; istesek bile onlar almayacaklar" nüktesini hatırlatmanın âlemi yok, çünkü o gerçek gün gibi âşikârdır. Ötekileri bir kenara itip tek sebebin altını çizebiliriz: Türk ordusu, herhangi bir AB ordusunun mevkiine inmeyi kabul etmez ve sindirmez; ordu, kendini devletin kurucusu sayıyor ve merkezî bürokrasi ile sağlam ittifakları vardır; çelişkili gibi görünen bir başka nükte, ordunun Türkiye'de modernleşme akımının öncüsü ve baş destekçisi olmasıdır. İşin garip ve incitici tarafı, Türk modernleşmesinde ordunun veya AB'nin himâye ve vesâyeti haricinde bir başka modernleşme üslubunun akla gelmeyişi, daha fenası "akla ziyan" bulunuşudur. DP'den AK Parti'ye kadar bu ülkede sağ ve muhafazakar siyaset çizgisindeki partilerin modernleştirici fonksiyonları şüpheli ve tehlikeli bulunmuş, merkezî bürokrasi bu tip muasırlaşmayı daima şüpheyle karşılayıp engellemeye çalışmış ve nihayetinde bu modernleşme üslubu birkaç defa askerî ihtarlarla akamete uğratılmıştır.

Türkiye, birileri istese de istemese de modernleşiyor ama modernleşme üslubundaki çapaklar yüzünden dönüşüm kalitesini bir türlü yükseltemiyor. Nitekim o kalitesizlik, kamu yönetimi veya daha genel bir ifade ile devlet idaresindeki başarısızlıklara aksedip durmaktadır.

Bu coğrafyada Selçuklularla başlayan varlığımızdan bu yana muasırlaşma gayretleri sistematik muhalefet görmemiştir; böyle iddialarda bulunanlar ya tarih bilmiyor, ya da okuduklarını anlamıyorlar. Fark şuradadır: Dedelerimizin bir muasırlaşma "stil"i vardı; bizim yoktur. Onlarda dağlar gibi özgüven vardı, bize ise sistematik tarzda aşağılık kompleksi öğretilmiştir; bu yüzden kendi kuvvelerimizin varlığına hep şüphe, hatta istihza ile bakıyoruz.

Yakınlarda bir gün, "başlarım ben böyle lise diplomasından" noktasına geldiğimizde bu yazıyı hatırlar mısınız?