Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Asıl mesele devletle toplum arasındaki mesafedir ama bazılarımız hâlâ bölgelerarası kalkınma farklarından, farklı dil ve kültürlerin lâyıkıyla temsil edilmediğinden bahsediyorlar.

Bu teşhislerin isabetsizliği defalarca tezahür etti. Bakmak, her zaman görmek değildir; doğru yere doğru gözle bakmak da lâzım.

Cumhuriyet idaresi devleti kurarken, toplumu tasarlanabilir ve dönüştürülebilir, amorf, plastik bir kitle olarak kabul etti ve toplumu tasarlama hakkını uhdesine alarak bunu bir iktidar alâmeti saydı. Ben, Cumhuriyeti kuranların topluma etnik nokta-i nazardan bakmadığına inananlardanım ve "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözünü asla "etnik bir atıf" olarak görmedim; onlar, toplum mühendisliği gayretiyle yoğurmayı düşündükleri yeni toplumun nihai biçimine "siyasi bir sıfat" olarak "Türk" kavramını elverişli bulmuşlardı; siyasi bir sıfat, siz buna anayasal da diyebilirsiniz ama etnik değil.

Cumhuriyet eğer toplumu tasarlarken "etnik dikkat"i ön plana almış olsaydı, bugün meclisimizin, bürokrasimizin, hatta iktidar seçkinlerinin belki de yarıdan fazlası ortalıkta görünmezdi bile; bu iddiaların en kof tarafı, Türkiye'de "etnik Türkler"in, sırf Türk olduklarından ötürü hiçbir resmi mazhariyete uğramamaları, sâniyen toplumu tasarlayan devletin bu esnada cebir ve şiddet kullanırken etnik ayrımcılığa tevessül etmemesidir. Devlet, kerem gösterirken de, cefa ederken de ayrımcılık yapmadı; onların yegâne dikkati kendilerini toplumu tasarlama iktidarından alıkoyan tehditlere yönelikti. Tek parti devrinin sona ermesinden sonra iktidar seçkinleri, "devlete yönelik tehdit" kavramının ne kadar feyyaz ve verimli bir mâden olduğunu çabucak kavrayarak, fiilen tehdid görülmediği zamanlarda bile tehdit fenomenini canlı tutmaya çalışmışlardır o başka. Buradan hareketle devletin "toplumu biçimlendirme hakkı"nı savunduğum çıkarılmamalı; bilakis en büyük yanlış, toplumu, topluma rağmen biçimlendirme hakkını kendinde gören iktidar seçkinlerinin ilimden, siyasetten ve nezaketten uzak hodbinliği oldu.

Cumhuriyet, başlangıçtaki tasavvurlarını tahakkukta zorlandı: Eğitim meselesine büyük önem verilmişti; sebeplerini ayrıca tartışmak lâzım lâkin eğitim altyapısı üzerinde Cumhuriyet ideallerine âşık bir vatandaş kitlesi yoğurulabileceği varsayımı hedefine ulaşmadı. Cumhuriyet, "üretkenliği" tesisde de başarısız oldu ve kurulan kamu idaresi, Türkiye'yi içinde yaşadığı çağın üretkenlik değerlerine ulaştırmakta beceriksizlik gösterdi. Bu basit altyapı bilgileri ihmâl edilerek Türkiye'de toplumla devlet arasındaki problemlere doğru teşhis koymak mümkün değildir.

Müdahale ve darbeler sürecinin Türkiye'ye fenalığı, devlet-toplum ilişkilerinde Avrupa Birliği'nin etkili bir arabulucu zannıyla hüsnükabul görmesi oldu; yani AB, Türkiye'de genetik iktidar haklarından tavize bir türlü yanaşmayan iktidar seçkinlerini "imlâ"ya getirmesi için bir kısım entelektüel ve siyasiler tarafından "çağın vicdanı" gibi takdim edildi; AB'ye giriş o kadar tatlı bir şeydi ki, bir anda en sıradan ferd-i vâhidin bile refah seviyesi yükselecek ve Türkler "Avrupalı" kimliği ile asırlık komplekslerinden sıyrılıverecekti. Planın en kötü tarafı, gereğinden fazla parlak, vaitkâr ve iyi olmasıydı. Ne var ki, AB olgusu, hâlâ Türkiye'nin kemikleşmiş "toplum-devlet gerilimi"ni çözmekte yegâne araç gibi algılanmaktadır ve iyimserlerin afyonu patlamadıkça bu rüyâyı görenler ümitle bekleyip duracaklar.

Her zamankindan daha çok "devlet aklı" denilen şeye muhtacız; devlet aklı, varlığını vehmettiğimiz ama ikna olamadığımız esrarengiz bir birikim ve elbetteki bu üç-beş iktidar seçkininin kahve sohbetinden ibaret değil, tam aksine toplumun taleplerini doğru okuyan ve doğru değerlendiren bir yaklaşımın eseridir.

Emâreler, "vehim" diyor; inşallah yanılırız.