Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Vaktiyle pek önemli sayıp sıkça böbürlendiğimiz, “16 Türk Devleti” kavramından artık pek söz etmiyoruz; şimdi ismini hatırlayamadığım birinin çıkıp “ Tarihte 16 devlet kurmuş olmak, bunlardan 15’ini batırdığımız anlamına gelmez mi?” şeklinde çok mantıklı bir tenkit getirmesinden sonra 16 Türk devleti meselesini biraz mahcubiyetle geçiştirmeye bakıyoruz ama yine de evinde, iş yerinde 16 Türk devletinin flamalarını gururla muhafaza edenlerimiz vardır.

Doğrudan can alıcı noktaya geçelim: Sayının hiç önemi yok ama tarih boyunca bir devlet geleneği meydana getirebilmiş olmak büyük kıymeti haizdir, çünkü bu medenî bir başarıdır. Peki, bizim böyle bir devlet geleneğimiz var mı; hemen ardından ikinci soruya geliyor sıra, “Eğer varsa, biz 21. yüzyılın başlarında bulunduğumuz şu yıllarda niçin ‘geleneksiz’ bir ülkenin gösterebileceği türden davranışlar sergilemekteyiz?”

Şüphesiz devlet geleneği diye bir birikimimiz var fakat bu geleneğin fiilen kullanışsızlığı âşikârdır; çünkü gelenek nâmına sayabileceğimiz şeyler genellikle tarihimizin monarşik zamanlarından kalmış tecrübelerdir ve demokratik ortamda işe yararlık dereceleri tartışmalıdır. Osmanlı devlet idaresinin büyük bir teşkilat geleneği oluşturduğu inkâr edilemez. Cumhuriyet idaresi kurulduğunda Osmanlı devlet teşkilatı büyük oranda yeni dönemde de hayat buldu, devam etti; kanunlar, yönetmelikler, hatta Osmanlı anayasası bile bir geçiş dönemi unsuru olarak kullanıldı fakat Cumhuriyetle birlikte devlet geleneğinde önemli bir kırılmayla karşılaştık: Yeni devlet başkanını kimin tayin edeceği meselesi yeni bir yoruma muhtaçtı.

İKTİDARI PAYLAŞMA GELENEĞİMİZ YOKTU; İÇTİHAD ETTİK

Cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı, meclis tarafından ama az sayıda vekil tarafından seçildi. Planlanmış, hatta tetiklenmiş bir hükümet krizini çözmek için 287 sandalyeli parlamentoda 129 vekilin olmadığı bir günde sadece 158 kişinin oylarıyla önce anayasa değişikliği, hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Artık bir hükümet krizi yoktu, cumhurbaşkanı da seçilmişti; üstelik bu tarihi izleyen 15 yıl boyunca kimlerin devlet başkanı, başbakan, vekil olacağı gibi konular tartışma gündeminden tamamen çıkmıştı! Yeni bir iktidarı bölüşme içtihadı ortaya konulmuştu!

Türkiye’de Tek Parti idaresi, bu bakımdan yeni bir devlet geleneği kurdu ve bu gelenek, bütün iddialara rağmen demokratik değildi. Yeni gelenek, sadece meclisteki vekillerin değil, ordu yöneticilerinin, yargı mensuplarının, bürokratların, hatta sıradan memurların bile rejime sadakat göstermesini talep ediyor, siyasi muhalefeti yasaklıyor, basın hayatına ağır sınırlamalar koyuyor, hoşuna gitmeyen toplumsal kuruluşları kapatabiliyordu (Türk Ocakları, Türk Kadınlar Birliği...) Halkın siyasete katılma yolları, tek partinin denetimi altındaydı ve seçimlerde ancak tek parti şeflerinin gösterdiği adayların kazanma şansı bulunuyordu. Devletle millet arasındaki hukukun kurulmasında Cumhuriyet yönetimi kendi geleneklerini oluşturmayı tercih etmişti; nitekim tek parti iktidarı boyunca devletle millet arasında büyük gerginlikler yaşandı. İrili ufaklı yirmiye yakın isyan zuhur etti ve bu isyanlar, bugün bile hâlâ tartışılan ölçüsüz askerî şiddet kullanılarak bastırılabildi.

O yüzdendir ki Türkiye hâlen büyük iç travmalar yaşamaktadır ve çokça sözü edilmesine rağmen “millî birlik ve beraberlik” henüz sağlanabilmiş değildir.

“YENİ BİR DEVLET TEZİ”NİN DAYANAKLARI

Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeni bir devlettir; fakat bu yazının tezi olmak itibariyle henüz yeni yeni bir “Devlet” olabilmektedir. Büyük harfle başlayan “Devlet” kavramından kasdedilen mânâ açık: İnsanların tabiiyetinde kendilerini mutlu ve hoşnut ettikleri âdil kamu idaresi.

Dışarıdan bakıldığında reform veya ıslahat gibi görünen önemli adımların temel karakterine şimdi yakından bakarak “Yeni devlet” tezinin dayanaklarını gözden geçirelim:

Cumhuriyet yönetiminde Türkiye üç kere yeni anayasa yaptı, dördüncüsü yolda. Bu anayasaların başarısızlık sebebi milletle devlet arasındaki ilişkinin (hukukun) iyi kurulamayışıdır. Her anayasa ile milletin hukuku, kendinden cüsse itibariyle daha büyük devlet teşkilatı karşısında iyileştirilmek ve tahkim edilmek beklenirken zaafa uğradı. Devletçi endişeler, millete güvensizlik adıyla anayasa metinlerine geçti.

Ekonomide devletin sahip olduğu iktisadi kıymetlerle dışarıda kalan (özel sektör, halk, ahali, millet) değerler arasında hâlâ devlet lehine bir üstünlük bârizdir. İktisadi kaynakların büyük ağırlığını kendi tekelinde tutarak kullanmakta direnen devlet, kaynakları kötü yönetti, israfa yol açtı ve şimdilerde adım adım ekonomide küçülme yolunu tutmuş bulunuyor.

Cumhuriyet idaresi başta yönetici sınıfın vesayetine dayanıyordu ve denkleme halk sokulmuyordu. Çok partili yılların ilk on yıllık sarsıntısından sonra girilen seri darbe yıllarında askerî vesayet sistemi kurularak, askerî iradenin ve ordunun, sivil iradeden ve sair siyaset kurumlarından daha üstün ve yönetmeye daha ehil olduğu efsânesi güçlendirildi. Türkiye, askerî vesayet sisteminin tortularını izâle için büyük güç sarf ediyor.

Tevhid-i tedrisat kanunu ile devlet, bütün eğitim faaliyetlerini, ama özellikle din eğitimini kendi tekeline almıştı; zaman içinde bu kanun istisnalarla delindi (Mesela askerî eğitim süreci’nin MEB yerine MSB’ye bağlanması), din eğitimi önceleri yasaklandıktan sonra açılan imam-hatiplere milletin âdeta “el koyması” ile amacından uzaklaştı; devlet, eğitim tekelinin üstesinden gelemeyince önce özel dersaneler, ardından özel üniversitelerle sektörün önemli bölümünü özel sektöre terk etti.

Din alanında Cumhuriyet, laiklik prensibini benimsedi ama ilk günden itibaren devletin denetiminde, âdeta Baasçı bir laiklik uygulamasına giderek çelişkili bir yol izledi. Başörtüsü meselesi, bu çelişkinin ürünü olarak hâlâ Türkiye’nin enerjisini soğurmaya devam ediyor.

Hukuk’ta felsefe değiştirerek devrim yapmak, Türkiye’de âdil ve verimli işleyen bir yargı cihazı oluşmasına kâfi gelmedi. Türkiye’de “hukuk reformu ihtiyacı”ndan bahsedilmediği bir yıl geçmedi. Son anayasa değişikliği paketi ile aksayan sistemin küçük bir kısmı onarılmış olsa da, büyük reform ihtiyacı sürüp gidiyor.

Evet, Türkiye sistemini onarmak için büyük çaba harcıyor fakat daha isabetli bir söyleyişle Türkiye, esasen var olduğu varsayılan bir devlet teşkilatını henüz inşa etmektedir. Bunu, kuru havuzda inşa edilen bir geminin suya indirilmesi esnasında karşılaşılan problemlere benzetebiliriz. Geminin neredeyse bütün önemli parça ve fonksiyonlarının değiştirilmesi, elden geçirilmesi, tazelenmesi o dereceye vardı ki, kuru havuzdaki gemiyle suya indirilen tekne artık birbirinden tamamen farklı şeyler hâline geldi. Geminin tamamen elden geçirilip tazelenmiş olması isminin de değiştirilmesini gerektirmiyor. Türkiye Cumhuriyeti inşallah payidar olur fakat payidar olmasını umduğumuz yapı ile 90 sene önceki hâli birbirinden son derece farklıdır.

Bu artık yeni bir devlettir ve galiba “Türkler” bu defa iyi bir iş çıkarıyorlar.