Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Evet farkındayım; bu, tehlikeli bir konu. İstismara son derece müsait. Üstelik Türkiye, -belki eğitim sistemimizi bu açıdan silbaştan sorgulamak lâzım- okuduğunu anlamakta zorluk çekenlerin önemlice yekûn tuttuğu ülkelerden biri.

Bugünlerde tansiyonu hayli azaldıysa da on beş gün kadar önce Charlie Hebdo saldırısının yankılarını konuşuyorduk ve hemen herkes, “Ama onlar da dinimize ve mukaddes değerlerimize küstahça sataştılar” diye başlayan savunmalar kaleme alıyordu ve savunmalar genellikle “dinimize hakaret ettirmeyiz’ sloganıyla sona eriyordu.


Kilit kelime savunma. Tarihimizin son 3-4 asırlık faslı, ballandıra ballandıra hikâye ettiğimiz savunma hikâyeleriyle dolu. Kanije, Estergon, Niğbolu’dan başlayarak Plevne’ye, Çanakkale’ye ve Medine müdafaasına kadar devam eden onca şanlı savunmanın öteki anlamı, bu süre zarfında mütemadiyen yenilgiye uğruyor ve toprak kaybediyor oluşumuzdur. Sarıkamış ve Kanal (Süveyş) harekâtını bu silsileden ayrı tutmak lâzım çünkü bu iki başarısız deneme, savunma değil aksine taarruz savaşıydı; Osmanlı Genelkurmayı’nın, şu meşhur mâkus talihimize bir hamlede yenmek için giriştiği ümitsiz iki savaş... Her ikisinde de yenildik ama neticede Sarıkamış’tan bir destan çıkarmayı da başardık. Bir Osmanlı ordusunu doğru dürüst savaşmadan mahveden askerî hatânın mimarı Enver Paşa, ceza görmek yerine ödüllendirildiği için savaşın sonuna kadar Osmanlı ordularının başında kaldı. 1918’de ise ülkesini bir Alman denizaltısıyla terk etti. O öldürücü 1914 kışında Osmanlı kamuoyu ve askerî yargısı, Enver Paşa’dan hesap sorabilecek kadar cesur olabilseydi, sonraki yıllar nasıl biçimlenirdi diye düşünürüm bazen...

Milli Mücadele’miz bile, Kocatepe harekâtı hariç bir savunma hikâyesidir.

Konudan uzaklaşmayalım; rakiplerimizi yenemediğimizi fark ettiğimiz andan itibaren askerî metânetimizi savunma stratejisi üzerinde yoğunlaştırdık. Ne var ki “Karış karış savunmak” durumu düzeltmeye yetmedi, karış karış daraldık, bunaldık ve sonuçta savunmacılık –futbol hariç- en iyi yapabildiğimizi sandığımız davranış haline geldi.

Şimdi sıra dinimizi ve kutsallarımızı savunmaya gelmiş bulunuyor! Fena!


Dinimizi savunmak, bir kalenin veya savunma hattının gerisine mevzi kazıp ölüm pahasına oradan ayrılmamaya benzemiyor ama galiba biz bütün müdafaaları, bildiğimiz tek tarz üzre yapıyoruz.

Dininize hakaret ettirmemek için, bir adım daha geriye gitmemek değil, aksine ileri doğru yürümek, bir şeyler, üstelik olumlu bir şeyler yapmak gerekiyor.

Madem savunmacılık milli karakterimiz halini almıştır ve mademki hepimiz dinimize bu kadar merbut ve muhabbetkâr bir ümmetiz, öyleyse ne yapmak, bu esnada nelerle mücehhez olmak gerektiği hakkında biraz düşünelim...


Ey savunmacı arkadaşım! Seni tebrik ederim. Hamiyet-i diniye, imandan bir cüzdür.

Lâkin evvela din nedir, sizin dininiz o dinlerin arasında nasıl bir yere sahip onu bileceksin. Dinini, ana kaynaklarından öğrenecek ve bu dinin kendine mahsus kavramlarına da hâkim olacaksın. Din demek biraz da ıstılah demektir çünkü...

İslam tarihini iyi bileceksin sonra; bu, dinin kendisini bilmek kadar önemlidir çünkü bir dinin tarihi, o dinin asırlar boyunca inananlar tarafından nasıl anlaşıldığının –yanlış veya doğru, tam veya eksik- da tarihidir. Dininin tarihini masallara bulanmış menkıbelerden değil muteber kaynaklardan okuyacaksın...

Gelelim daha zoruna ve en önemlisine...

Şimdiki şartın dinle imanla doğrudan bir ilgisi yok ama bu şart, okuyup anlamakla doğrudan ilgili de değil. Adam olacaksın, adam gibi adam. Yani havada, karada, denizde yalan söylemeyen, sözüne güvenilir, okuduğunu anlayabilen, ahdine vefalı, sözüne sadık, Allah’ın halk ettiği her bir varlığın –hayvan, bitki, madde, şehir, nehir fark etmez- saygılı olacak, emanet bileceksin.

Kul hakkı yemeyeceksin, harama tevessül etmeyeceksin. Sözü özü bir olacaksın.

Ha, nazik olacaksın; anlayışlı, şefkatli, karşındakinin de en az senin kadar hata yapma payına sahip olduğu bilinciyle hoşgörülü davranacaksın. Öyle ki, seni uzaktan görenler, “Ah, işte İslam’ın yürüyen hali budur; bu kişi elinden ve dilinden ve davranışlarından kesinlikle bana zarar gelmeyecek olan biridir” diyecekler.

İbadetlerini muntazaman yerine getirip getirmemen senin bileceğin iştir lakin ibadet ettiğinde, “başkaları görsün de takdir etsinler, beni sevimli bulsunlar” diye düşünmeyeceksin. İbadetini gizlemeyeceksin ama vitrin olarak da kullanmayacaksın, aman dikkat!

Dinini, diğer insanlara karşı üstünlük karinesi olarak öne sürmeyecek, diğer dinlerle müsabakaya sokmayacaksın; elbette her dinin mensubu dinin diğerlerinden daha sahici olduğunu düşünür. Din yarıştıranlar, genellikle akîdeleri konusunda kafası biraz karışık olanlardır.

Dinini, kendini şahsî veya ailevî veya kabilevî veya millî menfaat sağlamak için bir kartvizit gibi kullanmayacaksın.

Siyaset yapıyorsan, “Ben Müslümanım, rakiplerim patates dinine tapınıyor; öyleyse beni tercih edin. Ben iki vakte kadar İslam devleti kuracağım; kurd ile kuzuyu yanyana gezdireceğim” demeye tenezzül etmeyeceksin çünkü bileceksin ki dinin sadece dünya için değil aynı zamanda ahiretin içindir. Siyaset yapıyorsan dinî, ahlakî meziyetlerini, kabilevî özelliklerini değil ehliyetini ve projelerini gösterebilirsin sadece.

Siyaset emaneti üzerine kaldıysa âdil olacaksın; sadece yakınlarına ve seninle beraber olanlara karşı değil, seni sevmeyenlere, eleştirenlere karşı da âdil olmak ilk yükümlülüğün; askıya alındığı tek bir olağanüstü durum bile olmadığını bileceksin.

Emanete sadakat göstereceksin; siyasî menfaat için insanları birbirine karşı kışkırtmayacak, beğenmediğin toplulukları şeytanlaştırmayaksın.

Zulmetmeyeceksin; dinde olmayanı varmış gibi göstererek hükmetmek de zulümdür.

Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, komşuna kötü gözle bakmayacaksın. Allah’tan başka Rab edinmeyeceksin.

Ticaret de de öyle; malını satmak için işe dini, imanı, mukaddesatı, tasavvufu, melekleri, enbiyaları, evliyaları katmayacaksın. Sattığın mal kaliteli, sağlam ve elverişli bir fiyat üzre olacak. Rakiplerinin önüne ‘ben daha Müslümanım ama’ saikiyle geçmeye çalışmayacaksın. Teraziyi doğru tutacak, hile yapmayacak, karşındakini aldatmayacaksın.


Zor değil mi?

Bence de öyle; yukarıda sıralanan birbirinden zor şartlar kestirmeden şunu anlatmaya çalışıyor çünkü: “Gıdaklayıp duracağına sâkince çift sarılı yumurtlamaya bak!”

Ee, Müslümanlık zor zanaat.