Dindarlık, sekülerlik ve hukuk üzerine

Mitinglerde yükselen, "Ne darbe ne şeriat" sloganları birkaç bakımdan dikkat çekiciydi: İlki, bu sloganı benimseyerek hayat tarzlarının hükümet tarafından değişikliğe uğratılacağı endişesi taşıyanların sayısında önemli bir artış görülmesiydi; ikincisi ise "şeriat" kavramının "darbe" ile özdeş hale getirilerek en az darbe kadar kötü ve menfi bir kavram gibi algılandığını yeniden vurgulaması oldu. Belli ki içlerinden hiç kimse "şeriat" kelimesinin sözlük anlamına bakmayı aklına getirmemiş, bu kavramı "teokratik devlet" yerine kullanma kolaycılığını tercih etmişlerdi.

Son on yılda şehirli nüfusun artmasıyla birlikte şehirlerde küçük burjuva hayat standartlarına yükselen kesimin önemli ve anlamlı bir öbek teşkil etmeye başladığı da görülüyor. Bu topluluğun "laiklik" kavramını sahiplenmesi, laikliğin demokratik bir lâzıme olarak kaçınılmaz öneminden kaynaklanmıyor (inşallah günün birinde laiklik bu mânâsıyla kavranır); bu insanlar laikliği, 'şeriat'ın tam zıddı olarak algılıyorlar. Bu algılamadaki yanlışlığı -daha önce yüzlerce kere yapıldığı gibi- düzeltmenin anlam taşıdığını zannetmiyorum; üzerinde durulması gereken gelişme, laiklikten ziyade 'seküler'liğin şehirli nüfus arasında yaygınlaşmaya başlamasıdır. Seküler (secular), laikliği ihtiva etmekle birlikte gerçekte "dünyevi, dinî olmayan, bu dünyaya ait olan, aklî" anlamına geliyor. Bunu kısaca dindar olmayan biçiminde de anlayabiliriz.

Her ne kadar yerli yersiz, 'yüzde 99'u Müslüman olan bir ülke'de yaşadığımızdan bahsetsek de, dine karşı kayıtsızlığın giderek yaygınlaştığını kabul etmemiz lazım. Bu tabii bir gelişmedir ve yerinmek de sevinmek de gerekmez. Şehirlerdeki hayat tarzı, tüketim biçimi, çalışma şartları ve haberleşme imkanları, yükselen refah göstergeleri ile birlikte yeni bir hayat standardı ve seviyesi oluşturuyor. Şehirleşmenin ilk safhasında yalnızlığa düşen ve geleneksel kurumlardan ve dayanışma bağlarından uzak kalan fertlerin dinî eğilimlerinde bir yükselme kaydedildiği, özellikle Türkiye örneğinde doğru bir tesbittir ama bu eğilimin giderek artacağı anlamına gelmez; bir süre sonra hayat standartları daha da yükselecek, tüketim listesi genişleyecek ve daha önceleri dinî kriterlere sıkı sıkıya bağlı bulunanların davranış ve algılamalarında esneklikler belirecektir.

İşte bu çerçevede ben, Cumhuriyet mitinglerinin seferber ettiği ve kendilerini seküler değil de yanlışlıkla laik diye tarif eden kitleleri, şehirleşme sürecinin artık kendi dengelerini bulmaya başlaması olarak yorumluyorum. Ortaçağ dengelerinin çözülerek şehirlerde ticari kapitalizmin yükseldiği devirde bu olgu, bir Alman atasözünde "Stadtluft macht frei", yani şehir havası insanı hürleştirir biçiminde ifade edilmişti. Şehir havası insanları hürleştirir, hayat standartlarını yükseltir, şehrin konforlarına bağımlı kılar ve dünya görüşünü sarsıntıya uğratır; bu trendi bütün detaylarıyla Batı'da burjuvazi sınıfının teşekkül safhalarında incelemek mümkündür.

Türkiye'de mesele, şehirleşen nüfusun sekülerleşmesinde değildir; mesele, dindarların ve kendini dindar hissetmeyen sekülerlerin karşılıklı anlayış içinde şehir hayatını paylaşmak yerine, birbirlerinin varlıklarını kendi hayat tarzlarına bir saldırı veya bir hakaret gibi görmeleri ve daha vahimi bir sonraki safhada konuyu siyasi bir zemine çekerek "dindar demokrat- cumhuriyetçi laik" kutuplaşmasına sürüklemeleridir. Toplum ve şehir hayatı, din eksenli algılarla sürdürülemez zira bu yol, en kestirme yoldan çatışmaya gider. Şehir hayatı kısaca hukuk demektir; hukuk, yani haklar. Şehirlerde insanlar, köylere göre daha dar alanlarda daha sıkı ilişkiler içinde yaşamak zorunda kaldıkları için hukuk daha büyük ihtiyaç haline gelecektir çünkü hukuk, herkesin hürriyet sahasını belirleyen ve karşılıklı tecavüzleri engelleyen bir ortak yaşama kültürüdür.

Kendilerini dindar sayanlar, kendini dindar hissetmeyenlerin artışına bakarak şahsını ve mensub olduğu dini hakarete uğramış saymamalıdır çünkü din, bütün kemâli ile şehir ortamında anlaşılır ve yaşanabilir; din, insanları birbirlerine, tabiata ve Allah'a karşı görevlerini yerine getirmeye davet eden bir inanç bütünü ise, bu görevlerin en kapsamlı tarzda şehirde yaşanabileceğinden şüphe edilmez. Elbette kendini din karşısında kayıtsız ve serbest hisseden şehirliler de, dindarları kendi hayat tarzını tehdit eden tehlikeli bir topluluk olarak görmemelidir çünkü sekülerler ile birlikte dindarlar da şehir hayatına tâbi kaldıkları ve aynı şartlara tâbi oldukları için onların da meselelere bakış açısı değişecek, yumuşayacak ve nihayet ortak hukuk (başta anayasa olmak üzere, medeni ve beledi kanunlar) etrafında birbirlerine güven duymayı öğreneceklerdir. Eğer, kirli politik hesap peşindeki aşırılar bu süreci elektriklendirmezler ise, Batı ülkelerinde olduğu gibi bizde de şehir, kendi dengelerini inşa edecektir.

Şehir hayatında dengeler oturdukça, Türkiye'de politik sistem de sahici bir karaktere bürünebilecektir.

AKLINIZDA BULUNSUN: MERAKLISINA MÜJDE: RAHMETLİ MİTAT ENÇ'İN "SELÂMLIK SOHBETLERİ" YAYIMLANDI

Mitat Enç'in "Uzun Çarşının Uluları" isimli kitabı, bu işten anlayanların nazarında Cumhuriyet devrinin en iyi edebiyat ürünlerinden biri, bir Türkçe klasiği sayılıyordu. Bu eserin özelliği Cumhuriyet'in başlarındaki Gaziantep'in şehir hayatını son derece güzel aksettirmesiydi. Meğer rahmetli Mitat Enç, neredeyse bu ünlü eserin devamı niteliğinde sayılabilecek bir başka kitap daha kaleme almış, fakat düzeltme işleri uzun sürdüğü için sağlığında yayımlamamış. Ölümünden sonra kızı Zeynep Enç-Sinkil tarafından yeniden gözden geçirilen "Selâmlık Sohbetleri" geçenlerde Ötüken tarafından okuyucularına kavuşturuldu.

Selâmlık Sohbetleri, ana fikir itibariyle Anteb'in, "Gazi" unvanı almadan önceki döneminden ilginç bir kesit sunuyor. Kitapta anlatılan olaylar, yazarın doğup büyüdüğü büyük bir konağın selâmlık kısmındaki hayatı, orada konuşulanları ve selâmlığa devam eden şahsiyetlerin özelliklerini hikâye ediyor. En ilginç fasıl ise meşhur Antep Müdafaası'nın çocuk gözüyle tasvir edildiği kısımlardır. Şehrin köklü ve varlıklı bir ailesinin Antep Müdafaası ve Millî Mücadele esnasında başından geçenleri anlatan bu kısımlar çok dikkat çekicidir çünkü bu bölümlerde Millî Mücadele'nin, şimdiye kadar duymaya pek alışkın olmadığımız farklı, hiç de romantik olmayan bir kesitinden bahsediliyor. Bu konuda benim en ziyade dikkatimi çeken husus, Antep Müdafaası esnasında Millî kuvvetlerin aileyi neredeyse haraç diye nitelenebilecek ağır salmalarla defalarca maddi katkıda bulunmaya zorlaması oldu. Mitat Enç, henüz ilkokul çağındaki bir çocuğun bakışıyla, o günlerde varlıklı olmanın bedelini hayli ağır ödediklerini, hatta mahalledeki çocuk arkadaşları tarafından "sizin evinize Fransızlar bomba atmıyor, çünkü deden gâvurlarla kavilleşti" dedikodusuyla haksız ithamlara uğradığını anlatıyor. Sonra o yörede "Kaçkaç" diye anılan (Anteplilerin şehri terkederek çevredeki köylere sığınması) büyük hadisenin ayrıntılarına geçiyoruz. Kitap, yazarın ortaokul için İstanbul'a gitmesiyle farklı bir mecrâya bürünüyor ve Cumhuriyet'in ilk günlerindeki İstanbul'u çok dikkate değer gözlemlerle farklı açılardan tanıma imkânı buluyoruz.

Bana göre bu kitap, Millî Mücadele tarihimize son derece değerli katkılarda bulunuyor ve tarihçiler, sosyologlar için yeni malzeme sunuyor. Kitabı değerli kılan diğer nokta, güzel Türkçeden lezzet duyan herkesin zevkine hitab edebilmesidir; son zamanlarda, "bitmesin" diye ağır ağır, tadını çıkararak okuduğum nadir kitaplardan biri oldu Selâmlık Sohbetleri.

Yazarına rahmet diliyor, bu güzel eseri yayına hazırlayan "hayırlı evlât" Zeynep Hanım'a şükranlarımı sunuyorum.


Kaynak (Arşiv)