Dört günlük köy hayatının hikâyesi

Geçen hafta Aksiyon'da yayınlanan 'Şehir küskünleri' başlıklı kapak dosyasındaki birbirinden ilginç hikâyeleri okuyunca aklıma işte o köyde geçirdiğimiz dört güzel gün geldi.

Bizim hikâyenin 'Şehir küskünleri'nde anlatılandan farkı, bizim köprüleri yıkmakta gösterdiğimiz korkaklıktı; onlar kalmışlardı biz döndük.

Tam iki sene oldu.

Şehir, küçük de olsa büyüğünün izlerini taşır; yorar. Hele bir rutine bağlı olarak aynı kulvarda aynı türden meşgaleler içinde aylarca döneleyip durmak, benim gibi evcil ruhlularda bile kaçmak ve kaybolmak fikrinin cazibesini kışkırtır durur. Tatil fakat nerede ve nasıl?

Fırsat böyle bir sıkıntı anında ayağınıza kadar geldiğinde artık düşünmezsiniz; öyle oldu. Muhitinde "Kunduracı Faruk Usta" diye tanınan can dostumun minibüsüne atladığımız gibi güney sahillerinin yolunu tutuverdik. Yatsı ezanları okunurken Manavgat'a on kilometre mesafede, gittikçe yükselmeye yüz tutan dağların eteğine sığınmış o şirin köydeki eski püskü köy evininin kapısını çaldık. Evsahibimiz evin sahibi değil, 'zilyed'i idi. Bir arkadaşımızın bizden beş yaş büyük ağabeyi. Evin asıl sahibi ile arkadaş olmuşlar vaktiyle. Almanya'da mimarlık okuyan hali vakti yerinde bir İstanbullu ailenin oğluymuş. On sene önce bu evi satın alıp kendince üstünkörü tanzim ettikten sonra yerleşmiş ve aradan çok geçmeden yakalandığı hastalıktan kurtulamamış. İlk 'mülk sahibi'nin kütüphane şekline koyduğu köy odasında çoğu Almanca mimarlık kitaplarının sayfalarını karıştırırken çoktan ölüp gitmiş sahibinden arta kalmış ufak tefek izler, bende hüzünlü ve garip hisler uyandırmıştı. Evin geçici sahibi Kılıç ise arkadaşının ailesinden aldığı "dilediğin kadar otur" izniyle bunaltıcı şehir hayatından köyün asûdeliğine sığınmış mülteci idi.

Köy evi ama, bizim Orta Anadolu'dan bildiğimiz çatısı toprak örtülü iki göz karanlık binalardan değil; biraz daha geniş olsa rahatça konak diyebileceğiniz kadar müştemilâta sahip dört odalı, banyosuyla mutfağıyla, bahçedeki nar ve portakal ağaçlarına doğru uzanan ahşap balkonuyla görmüş—geçirmiş bir ev.

"Hangi odayı istersen seç" dediklerinde bir cephesini Osmanlı tarzında inşâ edilmiş ahşaptan çıkma eski tarz ocağın kapladığı, pencereleri ahşap pancurlu köşe odasını tercih ettim. İçinde mobilya namına hiçbir dırıltının olmadığı o sade mekânın tam orta yerine serilen yün yer yatağında günün yorgunluğundan kurtulmak nasıl güzeldi.

Koca evde üç erkek, ertesi sabah kendimizi kahvaltı telâşesinde buluverdik. Sık sık hortumla sulanarak serinletilen kamış saplarının gölgelediği ve bana hep aşağıya yıkılıverecekmiş gibi görünen tahta sundurmalı balkonda nanesi, biberi, domatesi ve tabii ki köy ekmeğiyle müzeyyen sofrada mükellef bir kahvaltı. Ardından balkonun hemen yanındaki kapalı mekânda evin ilk sahibinden kalma mimarlık kitaplarının resimlerine dalıp gitmeler. Ardına kadar kaldırılmış camekânlardan içeri doğru püfürdeyen serin yaz rüzgârları.

Ev vaktiyle alt katı fırın olarak tasarlanmış olduğu için ilk katı taşla çıkılmış; etrafa göz atınca köyde ilk katın taş, ikinci katın ahşaptan inşâ edilmesinin neredeyse bir kanun olduğunu hayretle fark ediyorum. Evin zilyedi, girişteki fırın katını atelye olarak düzenlemiş. Elektronik atelyesi. Bir duvarda kullandığı aletler sıralanmış, öteki duvarda yaba, tırmık, araba tekerleği gibi eski köy hayatını hatırlatan şeyler. Fırının kapağı hâlâ açık; içinde kırmızı ışıklar oynaşmakta. Elektronikçi arkadaş, fırın olduğunu unutmasın diye birkaç kırmızı lamba ile fırını teselli etmeyi düşünmüş. Küreklerin işlediği tezgah kısmında hiçbir şey yok; orada masa var. Masa ve sandalye. Rustik bir yazıhane.

İster istemez şöyle düşünüyorsunuz; keşke benim de böyle derme çatma bir evim, artık yanmasa da atelye şekline konulabilecek bir taş fırınım, az ötede yarım dönüm içinde meyve bahçem ve bostanım olsa. Her sabah biberi dalından kırıp sofraya getirsem...

Elektrik var, telefon da var ama modern hayatın kolaylıklarına sığınmayı hiç düşünmemiş evin ilk sahibi. Mesela banyo keyfi yapacaksınız. Çatıya güneş panelleri çıkarıp bir sürü boru ve vana döşemeye gerek yok. Kalın plastikten bir irice bidon konulmuş çatıya. Soğuk su hortumu bidonun altından giriyor, kapaktaki hortum ise soğuk suyun yukarı doğru ittiği güneşte ısınmış suyu bir hortum marifetiyle banyoya indiriyor. Alın size banyo. Banyo dediğiniz betonla tecrid edilmiş, tahta kapısı tahta mandalla tutturulmuş basit bir bölme. Tahtadan bir sabun kutusu, duvarda lif, kese, havlu asmak için birkaç çivi.

Mutfak dolapları eski tarz keserle yontulmuş çam kapaklarıyla duruyor hâlâ. Bazı yörelerde "terek" diye bilinen raflar hâlâ işe yarıyor. Köşede, beton kurnanın içinde bir musluk mutfağın yegâne lüksü.

Sakin, sessiz, kımıltısız ve huzur dolu bir yer. Çatı ara sıra akıyormuş. İkinci gün canımız sıkılmaya başlayınca Faruk Usta'ya, "aktaralım hayrımıza" diyecek oldum. Aklı yattı fakat, "yetiştiremeyiz" deyince vazgeçtikse de farz—ı muhal böyle bir evimiz olduğunda nasıl zevk ve aşkla onaracağımızı da uzun uzadıya planlamaktan zevk duyduk.

—Haydi bakalım, mayolarınızı alın sizi çimmeye götürüyorum hitabını duyduğumda aldırış bile etmemiştim; biz buraya çimmeye değil kafa dinlemeye gelmiştik ve denize gidip ıstakoz gibi kızarmaya hiç niyetimiz yoktu.

—Gelin oğlum, burası bildiğiniz yerlerden değil, ısrarıyla yola koyulduk. Minibüsün gidebildiği noktaya kadar orman içinde çalılıkların arasında yol alıp aracı terk ettikten sonra bu defa yokuş aşağı otlara köklere tutuna tutuna geniş bir çukurluğun tabanına doğru inmeye başladık. Aman yarabbi!

Meğer Manavgat suyunun çıktığı kaynaklardan birisi imiş. Binlerce yıl içinde suyun kendi yatağını oyarak derinleştirdiği bir kayalık yatak düşünün. Yukarılardan deniz seviyesine doğru köpüre çağlaya devrilerek gelen su bu taş yatak içinde geçici havuzlardan, 'sifon'lardan geçerek durulup az sonra yeniden gün ışığına çıkarak savrulup gitmekte. Buz gibi soğuk, avuç avuç içilecek kadar berrak, temiz ve iştah açıcı. Çocukluk günlerinden beri hiç böyle eğlenceli çimmemiştik. Değdi!

Üstüne mangal yaktı Faruk usta, ardından semaver...

O günün akşamı, köyün nüfusuna yazılmayı düşünmeye başlamıştık bile.

Birkaç gün su gibi akıp geçti; ömrümde gördüğüm en güzel köydü. "Burada yaşanabilir, buraya yerleşip kalınabilir" diye düşündürten bir yer. Geçen hafta Aksiyon'da yayınlanan "Şehir küskünleri" başlıklı kapak dosyasındaki birbirinden ilginç hikâyeleri okuyunca aklıma işte o köyde geçirdiğimiz dört güzel gün geldi. Bizim hikâyenin "Şehir küskünleri"nde anlatılandan farkı, bizim köprüleri yıkmakta gösterdiğimiz korkaklıktı; onlar kalmışlardı biz döndük.

Manavgat'ın Seki Köyü; orda bir köy var yakında.

Ev sahibimiz, daha doğrusu evin 'zilyed'i Kılıç Abi, geçen sene şehrin mutsuzluğundan kaçıp sığındığı Seki köyündeki şirin barınağında rahmetli oldu. Cenazesini ait olduğu asıl köyüne defnettik.


Kaynak (Arşiv)