'En güvenilen kurum' efsanesinde son durum: Başarısızlığa yine ödül verilecek mi?

Bundan birkaç sene önce Türk basınının çok sevdiği, pek itibar ettiği bir “Axiom” (Doğruluğu, tahkik edilmeyecek kadar âşikâr hüküm) vardı: “Türk ordusu, en güvenilir kurumdur.”

Gerçekten öyle miydi; bu hüküm, hakikaten güvenilir kamuoyu araştırmalarına mı dayanıyordu, kendilerine soru sorulanlar hakikaten, geride kalan bütün kurumları Meclis’i, siyaseti, basını, akademiyi, Emniyet’i, yargıyı soldurmak pahasına ordudan fışkıran aydınlığa mı dikkat kesiliyorlardı, bilmiyorum? Ne var ki haylice bir zamandan beri, “En güvenilir kurum ordudur” tarzında cümlelere pek rastlamıyoruz. Eğer ordunun en güvenilir olduğu günlerden bahsedilebilirse, bugün o kredinin eski yerinde durmadığını söyleyebiliriz; bunun birden fazla sebebi var:

KEŞKE GÜVENEBİLSEK...

-Ordu, devlet sistemi içinde edindiği üstün ve ayrıcalıklı yeri kötüye kullanan ayrık otlarını süratle açığa çıkaramadı. “Bizim içimizde de ayrık otları bulunabilir” cümlesiyle başlayan ifadeler, “Biz onların hakkından geliriz” ile devam etti fakat kamuoyu bu tür “Ben onun kulaklarını çekerim amcası” çıkışlarının muhtevadan mahrum bir avutmadan ibaret olduğunu fark etti. Askerî yargı sistemi, asker kişilerin rahatça görev yapabilmelerini sağlamak için değil, itham edilen asker kişilerin neredeyse dokunulmazlık statüsü kazanması için kullanıldı.

-Ordunun her mânâda beyni sayılmak lâzım gelen Genelkurmay karargâhının bu süreçte hiç de yeterli bir kurmaylık basireti gösteremediğini fark ettik. Org. Başbuğ’u kamuoyu önünde zor durumlara sokan çıkışlar yapmaya sevk eden kurmaylık hizmeti, hiç şüphesiz karargâhına aitti. Böylece kamuoyunda, üst komutanını eksik bilgilendiren, hatalı yönlendiren ve onu zor durumlara sokan bir karargâh yönetiminin varlığı yolunda güçlü bir kanaat oluştu. Org. Başbuğ, karargâhına hâkim olamadığı izlenimi verince, selefleri içinde çok talihsiz bir mevkide kaldı.

-Ordu, iç tehdit konsepti içine aldığı “Gericilik” kavramını tehlikeli ve itinasız şekilde anladı ve uygulamaya öyle yansıttı. Halkın mühim bir kısmı, bu tarif yüzünden tehdit unsuru haline geliverdi. Ordu ayrıca Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini kötüye kullanarak Türkiye’nin iç siyasetinde bir taraf şeklinde görünmekten çekinmedi. Halkın vergileriyle edindiği silahları, darbelerde ve darbe teşebbüslerinde halka yöneltmekte hiç tereddüt göstermedi.

-Orduyu kamuoyunun nazarında güçlü ve güvenilir kılan beklenti, onun muhariplik vasfıydı. Türkiye çeyrek asırdan beri, yine ordu tarafından belirlenen tehdit tarifine göre kendisini mevzilendiriyor ve bu tehdidin iki geleneksel başlığı var; bölücülüğe bağlı terör ve gericilik. Ordu, bölücülük ve terörle mücadele konusunda neredeyse tek başına siyaset belirleyerek inisiyatif üstlendi fakat terörden gelen tehdidi caydırmakta başarısız oldu ve ne yazık ki bugün itibariyle varılan nokta, terörle mücadele eden askerî birliklerin kendi güvenliklerini sağlamakta bile zaaf içinde bulunduğundan ibarettir. Hareket halindeki askerî timlerin, nöbet yerlerinin ve küçük karakolların baskına uğramasından sonra daha büyük çaplı askerî birliklerin terör saldırılarına mâruz kalması, herkeste “Ne oluyor?” endişesi uyandırdı.

“Ne oluyor” sorusu, içinde pek elîm endişeler barındırıyor; on gün önce gündeme düşen insansız keşif uçakları ile ilgili söylenti ve iddialar, “Ordu içinde terör örgütünün bazı unsurları ile ortak bir menfaati paylaşan, hatta işbirliğine girişen unsurlar mı var acaba?” şüphesini güçlendirdi. Yıllardan beri defalarca duyduğumuz, duymaya alıştığımız “Teröristleri tam çembere alıp imha etmek üzereydik fakat yukarılardan gelen bir telsiz emriyle çemberi açtık, teröristler çekip gittiler” yolundaki kulağa hiç de inandırıcı gelmeyen efsânelerin gerçek olabileceği vehmini artırdı.

MUHARİPLİK ZAAFI, PROBLEMİ KARMAŞIK HALE GETİRDİ

Kabul etmek gerekir ki terörle mücadele eden askerî güçlerimizin ve onları sevk ve idare eden Genelkurmay karargâhının sergilediği zaaf görüntüleri, PKK adı verilen silahlı terör örgütüne, bugüne kadar asla erişemedikleri bir propaganda avantajı ve güç hediye etti. Şöyle bir intiba oluştu: “PKK’nın silahlı terör unsurları, silah kullanılarak alt edilemez; bunlar neredeyse yenilmez, ele geçirilmez, tüketilmez ve bileği bükülmez bir örgüttür!”

Bu yanlış ve haksız intibâ, Kürt meselesini gerçek boyutundan çok daha büyük görünen psikolojik bir açmaza sürükledi ve silahlı siyaset yaparak Kürtleri temsil ettiğini ileri süren çevreler şöyle düşünmeye başladılar: “Devlet, bizim silahlı güçlerimizi alt edemiyor; dağlarda hâlâ biz hâkimiz ve bizim sözümüz geçiyor, öyleyse düzdeki legal unsurlarımız daha keskin bir siyasi dil kullanabilir ve elde etmeyi düşündüğümüzden daha yüksek siyasi tavizler koparabiliriz!”

Dağdaki silahlı tehdidin bir türlü etkisiz hale getirilememesi, Kürt meselesini içinden çıkılmaz, muğlak ve karmaşık bir duruma getirdi. Dağdaki silahlılar da dâhil kimse, hangi hususta neyi, nereye kadar talep ettiği konusunda açık bir fikre sahip değil. Askerî operasyonlarla teröristleri etkisiz hale getirememek Türkiye’nin elini zayıflatıyor, siyaset yapma aralığını daraltıyor ve hareket imkânını azaltıyor. Problem çözmek üzere görevlendirilen devlet unsurları bizzat kendileri problem haline geliyor ve açmazı derinleştiriyorlar.

BORUDUR, KÂĞIT PARÇASIDIR, HAKSIZLIKTIR...

Ordumuz, silahla siyaset yapan isyancı unsurları caydıramadığı için muharebe gücü bakımından artık eleştiriliyor. Asli görevini iyi yapamayan ordu, bu defa asli görevine yönelecek eleştirileri önlemek için hataların üstünü örten “Bizim işimize kimse karışmasın; biz kendi içimizde hallederiz” mantığını bir kere daha egemen kılmaya çalışıyor; askerler bunu, bilerek ve bilmeden siyasi bir dil kullanarak yapıyorlar. Neticede meşrulukları tartışılır hale gelmiş bulunuyor. Özellikle mahkemeler tarafından kabul edilmiş darbe teşebbüsleri ile ilgili davalarda ordu, kamu güvenliğini değil, kendi itibarını korumaya çalışan tavrıyla itibarını çok yıprattı.

Ordu içindeki yolsuzluk ve skandal iddiaları ilk defa gündeme gelmeye başladığında Org. Başbuğ, “Orduya yönelen asimetrik tehdit ve operasyon”dan bahsetmişti, Başbuğ’un söyledikleri doğruydu ama buna mukabil aldığı tedbirler yanlıştı. Askerî karargâhlardan sızan onca bilgi ve belge, bir operasyonun varlığını açıkça gösteriyordu. Karargâh yöneticileri içlerindeki çürük elmaları ayıklamak yerine, “Bunlar iftiradır, boş şeylerdir, borudur, kâğıt parçasıdır, müfterilerdir” şeklinde red tavrını sürdürdükçe karargâhlardan yola çıkan gizli skandal belgelerinin sayısında artış oldu. Karargâh, kendi gününü kurtarmak uğruna ordunun geleneksel itibar ve gücünü harcamayı seçti.

Ordular sadece düşmanları tarafından zaafa uğratılmaz; bazen orduyu yönetenler de –çoğu kere istemeden- kendi kurumlarına büyük zarar verebilirler. Biz bugün galiba böyle bir durumu yaşamaktayız, fakat bugün itibariyle söylenmesi gereken önemli söz şudur: Bu ordu, sadece muvazzafların mülkü değil, milletindir ve toplumun koruyucusudur. İşini yapamayan, eksik bırakan, kusur gösteren gider, yapabilen, onların yerini alır. Ne var ki bu sistemde sanki başarısızlığın ödüllendirilmesi gibi garip bir terfi usulü geçerli...

Önümüzdeki Ağustos terfilerinde bu denkleme hükümetin ne kadar ağırlık verdiğini hep birlikte göreceğiz.


Kaynak (Arşiv)