Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ergenekon soruşturması ile ilgili en önemli tutuklamaların yapıldığı gün kıdemli gazetecilerden biri, "Türkiye bağırsaklarını temizliyor" tesbitinde bulunmuştu; bu cümle daha sonra, geçen dönemin TBMM Başkanı Arınç tarafından da tekrar edildi.

Bu benzetmenin çağrışımları latif değil; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin çok önemli ve kritik bir eşikten geçtiği muhakkak, yine de bugünün maznunlarını dolaylı yoldan aşağılayarak, "oh olsun"cu tavırlar takınmanın yanlışlığını ve meseleye ilmî çerçeveyi genişleterek daha yukarılardan bakmanın doğru olacağını düşünüyorum. Olup bitene, "Türkiye bağırsaklarını temizliyor" yerine "Türkiye dengelerini arıyor" demek daha isabetlidir.

Şimdi kısa bir tarih ve siyaset bilimi gezisi yapmanın yeri ve zamanıdır:

Devlet, zor kullanma gücünü meşrulaştırarak uhdesinde tutan bir güçtür. Zora dayanır ve temelinde hâkim sınıfların mutabakatı vardır. Başkalarının zor kullanmasını kendi hakkına (egemenlik) saldırı sayan devlet, adalet dağıtmayı, cezaları infaz etmeyi ve insanlara güvenlik sağlamayı en temel görevi sayarak bu haklarını da devlet tekeli durumuna getirmiştir. Kontrolündeki sınırsız gücü, tarafsız, adil ve yerli yerinde kullanması için her devlet, kendini sınırlandırmayı kabul eder ve böylece egemenlik hakkını tartışma konusu olmaktan çıkarmayı amaçlar. Pek çok devlet modeli içinde "demokratik devlet", kendini en ciddi manada sınırlayan, buna mukabil yurttaşlarına mümkün olabilecek en büyük serbestlik alanlarını sunabilen bir yapı göstermesiyle ayrı bir yere sahiptir.

Bu teorik açıklamadan sonra ileri sürebiliriz ki, Türkiye'de devlet, hâlen oluşma safhasındadır; dengeleri henüz teşekkül etmemiştir ve temelinde yeterli mutabakat bulunmamaktadır.

"Nasıl olur, tarihte imparatorluklar kurmuş, yedi düvele dört kıtada nam salmış bir devlet, nasıl hâlâ çocukluk veya delikanlılık çağını yaşıyor denebilir" itirazları, yaşadığımız olaylar karşısında geçerliliğini koruyamıyor; zira;

1923'te Türkler, eski devlet teşkilatlarını feshederek Cumhuriyet'i tercih ettiler; bu tercih geniş bir toplum mutabakatına dayanmıyordu; hatta ve hatta Millî Mücadele'yi yürüten komutanların hepsi tarafından onaylanmış da değildi; Cumhuriyet, Mustafa Kemal Paşa'nın tercihiydi.

Cumhuriyet doğru bir tercihti; hele laikliğin 1937 yılına kadar adım adım bir yönetim tekniği olarak benimsenmesi de isabetliydi fakat Cumhuriyet'in "halkın kendini yönetmesi ve yöneticilerin halk tarafından seçilmesi" prensibi Tek Parti devrinde işletilemedi. Nüfusunun neredeyse % 90'ını hayli geri bir tarım teknolojisiyle geçinen köylülerin oluşturduğu bir ülkede seçimler, tek parti yöneticilerinin uygun gördüğü kişilerin onaylanması gibi bir anlam taşıyabiliyordu; ayrıca serbest kamuoyunun oluşmasına yarayacak araçlar kontrol altında tutuluyor ve siyasi muhalefete müsaade edilmiyordu. Atatürk'ün vefatından sonra bu şeklî Cumhuriyet uygulaması İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etti. Cumhuriyet devrinin ilk çok partili seçimi 1946'da, ikincisi 1950'de yapıldı ve devleti kuran, yöneten ve sahiplenen parti (CHP), ağır bir yenilgiye uğradı.

Görünüşte her şey kitaba uygun cereyan ediyordu ve muhalefetin şeçimi kazanmasıyla Türkiye bir rejim değişikliği tehdidine maruz kalmamıştı; ne var ki siyasi muhalefet (CHP) kaybettiği üç genel seçimin ardından Cumhuriyet üzerindeki vesayet haklarını geri alabilmek ümidini kaybedince ilk askerî darbenin yolunu açtı. 27 Mayıs 1960 tarihi bu açıdan son derece dramatik sonuçlar doğurdu ve Türk ordusu, alelacele oluşturulan yeni bir ideoloji ile Cumhuriyet'in (dikkat; devletin değil) koruyucusu hâline getirildi; bu retoriğe göre Cumhuriyeti askerler kurmuş, savaşı onlar kazanmış, inkılapları onlar yapmıştı; öyleyse kazanılanları korumak da orduya düşmeliydi.

Genel seçimlerde sandığa aksettirdiği iradesinin, ordu vesayetinden daha değersiz olduğunu fiilen gören halk, devletin temelindeki mutabakatta "kurucu üye"lerden biri olmadığını böyle hissetti; çünkü yanlış bir tercihte bulunmuş ve yanlış tercihleri "tamamen meşru!" bir askerî müdahale tarafından geçersiz kılınmıştı.

27 Mayıs Darbesi Türk üniversitelerinin hukukçu entellektüelleri tarafından açıkça desteklendi, Türk basınının en mühim kısmı da darbeyi omuzladı ve alkışladı; geriye darbeden üzüntü duyan iki zümre kalıyordu; DP'liler ve DP'ye oy verenler! Bu açık bir yarılma ve dramatik bir mutabakatsızlık gösterisiydi.

Hepimizin bildiği gibi 27 Mayıs Darbesi, sonraki darbe ve askerî müdahalelere meşruluk kazandıran bir hukuk içtihadı gibi işletildi ve Türk halkının, Cumhuriyet'in kuruluşundaki hissesi, her darbe ve müdahalede âdeta inkâr edildi. Ordu, iki kere anayasa değiştirdi ve bizzat önayak olduğu anayasanın düzenini "tebdil, tağyir ve ilga"dan çekinmedi.

27 Mayıs darbesinden sonra geçen yarım asır zarfında yavaş da olsa, halkın pek hoşlandığı demokrasinin, güçlü bir orta sınıf (burjuvazi) olmaksızın sağlam zemin bulamayacağı gerçeği fark edildi fakat Türkiye fakir bir ülkeydi, millî burjuvazisi yoktu. Refahı topluma yaymak için ekonomik imkânların devlet eliyle bölüştürülmesi siyaseti (devletçilik) en katı şekliyle yürürlükteydi; bu düzenin yeni zenginleri, varlıklarını sürdürüp büyümek için devlet güçleriyle iyi geçinmek zorunda olduklarını hemen fark ederek uygun davranışlar içine girdiler. Normal zamanlarda demokrasinin istikrar içinde yürütülmesini istiyor fakat demokrasi riske girdiğinde istikrarı demokrasiye tercih ediyorlardı.

Ergenekon hadisesi ile ortaya çıkan manzara, bu tablonun radikal şekilde değişikliğe uğradığı anlamına gelmiyor; basının mühim bir kısmı, üniversiteler, bürokratlar, bir kısım aydınlar ve hatta iş çevrelerinin tutuklamalara gösterdiği tepkiden bu sonucu kolayca çıkarabilirsiniz.

Öyleyse değişen nedir?

Şüphesiz ki Türkiye'de çok şey değişiyor fakat Ergenekon yapılanmasını açığa çıkmaya ve muhtemelen tasfiyeye uğratacak temel faktör, darbe heveslilerinin ordu içindeki geleneksel emir-komuta ve hiyerarşiyi, henüz tam göremediğimiz tarzda tahrip etmiş olduklarıdır. Ordu, darbe hazırlığı yapanların sadece siyasi iktidarı değil, bizatihi ordunun kendisini de pek fena şekilde örselediğini fark etmiş olsa gerektir. Tahkikat safhasındaki gözaltı ve tutuklamalara ordunun en azından müsamahakâr davranması bu varsayımı güçlendiriyor.

"Nihayet biz de Batılı tarzda demokratik standartlara kavuştuk; Türkiye bağırsaklarını temizliyor" diyebilmek için hâlâ çok erken. Bu sancılı dönemleri -27 Mayıs'ta yapıldığı gibi- derin kırgınlık ve infiallere yol açmadan, hukukun öngördüğü usulde geçirmemiz lazım.

Demokrasi yolunda daha katetmemiz gereken çok yol var yani.