Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bundan tam bir hafta öncesinin akşamına gidiyoruz. 9 Kasım Pazar gününe.Maç günü; futbol liglerinin, hatta dünya çapında "derby"lerin en çok önemsenip ilgi gören karşılaşmalarından biri oynanacaktı o akşam.Biz Galatasaraylılar, açık söylemek lâzımsa pek gururluyduk o gece.

Lâf değil, daha perşembe akşamı, Portekiz Ligi'nin devedişi takımlarından Benfica'yı kendi evinde, üstelik evire çevire yenip zafer sarhoşu olmamış mıydık? Takım, ilk yarının ortalarına doğru nihayet özlediğimiz o eski Avrupai kimliğini bulmaya başlamıştı nasıl olsa; bu hızla nasıl olsa Fenerbahçe'yi de kendi evinde yenerdik. Öyle umuyorduk...

Biliyorsunuz, maça da iyi başladık. Daha besmelenin sonunu bağlamadan öne geçmiştik bile...


Sırtımızda sarı kırmızılı formalar, boynumuzda sarı kırmızılı boyun bağlarıyla en gencini 14 yaşındaki Kaan'ın, en yaşlısını bu satırların yazarının teşkil ettiği 6 kişilik tribün kalabalığımız ile maç başlamadan önce futbolcular gibi hâtıra fotoğrafı bile çektirdik evin ortasında.

Derken zil çalındı; reddedemeyeceğimiz iki Fenerbahçeli misafir geldi; evdeki erken zafer havasını görünce, kalplerine esaslı bir korku yürümüş olmalı ki, maç öncesi sohbeti esnasında, "iyi oynayan kazansın; maksat centilmenlik" filan gibi ortaya karışık temennilerde bulundular. Kalpten konuşmadıkları belliydi; karşılıklı nezaket numaraları yaptık bir müddet...

Derken ilk gol!

Üst kattaki komşu telaşlanmış, "ne oluyor" diye. Sizi temin ederim ki ben, ev sahibi centilmen ve âkil adam pozları takınmak mecburiyetinde olduğum için pek bir serinkanlı görünmeye çalışarak, "Aa, gol mü oldu; biraz ofsayt kokuyor ama..." filan cinsinden incitici olmayan yorumlar yaptım. Fenerbahçeli misafirlerimiz ise, aynı centilmen edâyı sürdürmek zorunda imişler gibi, "Aa güzel bir hareketti, kutlarız." filan dediler ama hepimiz bal gibi biliyorduk ki, içimizden geçenleri söylemiyor, kibarlık, daha doğrusu centilmenlik oyunu oynuyorduk.

Seyrettiğimiz de oyun değil miydi eninde sonunda?

Neyse ki öyle tedbirli davranmışım; daha golün sevincini yaşarken mukabilini kalemizde görüverdik.

Bizim gençler pek aldırış etmediler, "Yeneriz bunları; bu pilav daha çok götürür." şeklinde teselli verici şeyler söylediler fakat benim pabucuma taş kaçmıştı bir kere, "Yahu yoksa yine o korkulu rüyâlardan birini mi göreceğiz?" diye endişelenmeye başlamıştım.

Endişelenmekte haklıydım, çünkü bizimkiler, siz bilemediniz 20. dakikadan sonra dökülmeye, daha doğrusu durarak top oynamaya çalışacaklardı, yorgundular ve hepsinden daha fenası, "Biz ağzımızla kuş tutsak da Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nun uğursuzluğunu kıramıyoruz." takıntısına kapılmaları an meselesiydi.

Sonrasını biliyorsunuz; korktuğumuz başımıza geldi ve bir anda Fenerbahçe nereden tedarik ettiğini hâlâ anlayamadığımız bir mâneviyat üstünlüğü ile sahanın her tarafını arslanlar gibi parselleyip orta sahamızı imhâ etti...


Bizim Galatasaraylı gençleri görmeliydiniz; şimdi anlatırken bile içim parçalanıyor fakat meselenin bütün lezzeti de burada zaten; önce maçı berabere bitirebileceğimize dair küçücük ümitleri tuzla buz oldu, sonra hakemin fena halde Fenerbahçe'yi tuttuğuna dair kahırlı yorumlarda bulundular ve sonunda Galatasaraylı futbolcuların yemeğine Fenerbahçeli garsonların gizlice ilaç karıştırdığı noktasında ittifaka vardılar.

Bu esnada Fenerbahçeli misafirlerimiz ise "deplasmanda" olduklarını unutup her golde sevinçle havalara zıplayarak işi, biz Galatasaraylılarla "çaak" yapmaya götürecek kadar kendilerinden geçtiler; baştaki süklüm-püklüm edâlarından eser kalmamıştı.

Madem centilmence başlamıştık, öyle bitirmeliydik; Fenerbahçeli misafirlerimizi son düdükten sonra tokalaşarak kutladım, "Maç hakkınızdı; iyi oynayan kazandı, tebrik ederim." dedim, onlar ise, "Önemli değil, biz bunu zaten hep yapıyoruz." diye hiç de centilmence sayılmayacak bir mukabelede bulundular.

Şöyle bir düşündüm ne cevap vereyim diye; haklıydılar.

"Haklısınız." dedim.


Maç bittikten sonra yorum ve röportajları dinlemek için hiçbirimizde tâkat ve istek kalmamıştı. Ailenin hanım üyelerinden gelen, "Yeter artık maçtan kafamız şişti, biraz da müzik dinleyelim." teklifine kimse itiraz etmedi.

Bir maç gecesi bizim evde işte böyle geçti.

Formaları çıkarıp bir sonraki maçta yeniden giymek ümidiyle yerlerine kaldırdık fakat en eğlenceli olanı, bizim takımın tek genç kızı olan Elif'in, Ahmet amcasını yeterince inançlı ve ateşli bir taraftar olmamakla itham etmesi idi. O inancını asla kaybetmeyecek, Fenerbahçeli arkadaşlarının kendisiyle dalga geçeceğini bile bile ertesi gün fakülteye sarı kırmızılı formasıyla gidecekti.

Elif'e taraftar olmakla fanatik olmak arasındaki farkı anlatmaya, bugüne kadar Galatasaray'la Fenerbahçe'nin kendi aralarında yüzlerce maç oynadıklarını, yine oynayacaklarını ve neticede bu tatlı rekabetin hep sürüp gideceğini anlatmaya çalıştım ama pek başarılı olduğumu zannetmiyorum.


Maç bitti artık; yenildik. Gururumuz kırıldı. Fenerbahçeli dostlar, eksik olmasınlar tâ uzaklardan telefonla bizi kızdırmayı düşündükleri mesajlar çektiler. Biz üzüldük, Fenerbahçeliler sevindi.


Maçtan sonra bizim gençlere, "Şimdi üzülüyorsunuz ama bu galibiyetin sevinciyle Fenerbahçeliler bir sene idare eder; sonunda yine Galatasaray şampiyon olur." dedim. Pek inanmadılar; onlar sabırsızdılar ve bugünün zaferini istiyorlardı.

Bakalım tahminim yine doğru çıkacak mı?