Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Geçenlerde bir yerli belgesel seyrediyordum. Karavanıyla Türkiye'nin ilginç mekânlarını, yerlerini gezen bir Belçikalı'nın (yoksa Hollandalı mıydı?) "esas oğlan" olarak rol aldığı belgeselde şu bizim Erzurum'un meşhur Oltu taşı'nın çıkarıldığı yerler konu edinilmekteydi.

Derken efendim orta derecede Türkçe konuşabilen Belçikalı'nın yolu bir köye düştü; Erzurum'un bir köyü, adını hatırlayamadım ama isim önemli değil zaten. Kırkbin köyden biri. Mevsim ya kış önü, veya baharın ilk günlerinden biri. Soğuk.

Ha, köyde sigara içilmiyormuş; muhtar bir ara bu güzel karara herkes katıldığı için ne kadar mutlu olduğunu anlattı, dedi ki:

-Bir muhtarın ardında böyle destek olursa sırtı yere gelmez!

Onlar bu minval üzre konuşadursunlar, benim dikkatimi başka bir şey çekti. Köyde evler var; kimi çinko çatılı, kimi eski usul toprak damlı. Wilko (Belçikalı'nın adı bu) bir evin avlusunda hanımlar meclisine misafir oldu, orada vaziyeti daha iyi fark ettim. Evlerin içi, avlusu, hayatı tertemiz. Belli ki hanımlar, eskilerin 'tirendaz' dediği türden hamarat, hani o 'yuvayı dişi kuş yapar' sözünde bahsi geçen hanımlar. Hele bir danteller yapmışlar ki...

Arı gibi çalışıyorlar, hem o meşhur tiftik yününü taraktan geçirip papak örüyorlar, hem birbirleriyle bir güzel lâf kaynatıyorlar. Âlâ!

Derken Wilko kapının önüne çıkıyor. Kapı önü çamur.

Daha doğrusu köyün ortak tasarrufunda bulunan yollarda hiçbir insan emeği görünmüyor; hatta bir karede yolun çukurunda cılız bir derenin aktığını bile fark ettim. Köylerde hep öyledir, bilirsiniz...

Belli ki fukara takımından bir köy burası; arazi dağlık, sarp. Buralarda olsa olsa hayvancılık olur. Hayvancılık ise günün yirmidört saatini dolduran bir geçimlik işi değil. Yani, evlerinin avlusuna, içine, kıyısına köşesine emek verip mis gibi güzelleştiren ve temiz tutan görgünün, kapı önünü de aynı şekilde düzenlemesi için yeterince zaman, işgücü ve teknik beceri var.

Etraf dağlık, taş-kaya kıyamet gibi. Birkaç motor dolusu taş getirseler yeter belki de..

Acaba dedim, "Niçin köyün erkekleri şöyle onbeş gün imece kurup köyün sokaklarını çamurdan-çaylaktan kurtarmazlar. Niçin taşları kırıp döşeyerek kendi çaplarında köyün ana güzergahını elden geçirmezler?"


Buraya ufak bir balmumu koyalım; şimdi ister misiniz adını bilmediğim bu köyün sâkinlerinden biri kıssadan hisse çıkarıp en yakın internet kafeye koşarak, "Seni kınıyoruz efendi; sen ne demek istiyorsun?" diye sitem yüklü bir nâme göndersin?

Olmaz demeyin; oluyor.

Şimdi meseleye devam edebiliriz.


Sadece o köy değil ki; bizim köylerimizin mühimce bir kısmında yol dediğin şey kendi haline bırakılınca, patika gibi yürünmekten yassılaşıp aşınmış bir toprak geçittir.

Cümle kapıyı geçip evin harimine girince temizlik, tertip düzen görünür ama sokak kapısından sonra "etrafımızı temiz tutalım" gayreti sezilmez pek.

En azından orta Anadolu civarında durum hâlâ böyle; zaten köylerde nüfus da kalmadı. Köy minibüslerine şehirden ekmek, yumurta, yoğurt yüklendiğini görünce köy denilen yerleşim biriminin can çekişmekte olduğunu ayan beyan görmüştüm yıllarca evvel.

Niçin kapımızın önünü kendi sorumluluk alanımızın dışında sayar da şöyle bir çalı süpürgesi bile geçirmeyiz? Hesap basit; herkes kapısının önünü taşla döşese, kimsenin ayağı çamura değmez, kimse rüzgarlı havalarda toza, dumana bulanmaz.


Sorunun cevabı köyde değil şehirde; daha doğrusu tabiatımızda.

Anlatayım, dinleyiniz; haksızsam "haksızsın" dersiniz.

X şehrinin otuz kilometre civarında bir kaplıca var. Bu kaplıcanın civarında genişçe bir arazi imara açıldı; şehrin hali vakti yerinde olanları da paraya kıyıp bu araziye güzel evler, villalar yaptırdılar. Öyle ki insan uzaktan seyretmeye kıyamıyor: Kuş yuvası gibi şirin, tatlı, özenilmiş villalar. Avlularında çiçekler, pahalı ağaç fidanları, meyve ağaçları, rengârenk çiçekler, halı gibi İngiliz çimleri; çimler arasına itinayla serpiştirilmiş ayak taşları, pırıl pırıl fayansla, mermerle, granitle döşenmiş zeminler.

Evin bahçesi böyle olursa içini siz tahmin edebilirsiniz artık...

Hâsılı, insanlar "evim evim cici evim" rüyasını gerçekleştirebildikleri bu küçücük yerleşim yerinde yaşamaktan mutlular.

Yalnııız...

Bu güzelim villaların önünden geçen yol, hâlâ Hazreti Adem Nebi'den kaldığı haliyle duruyor. Bir ara bir dozerle kaba saba bir düzeltme yapılmış fakat kulak asmayın. Yol değil.

Bu mahallin sâkinleri yoksul adamlar değiller fakat benim gördüğüm kadarıyla bir araya gelip üçer beşer lira para toplayarak yollarını gıcır gıcır asfalt yaptırmayı başaramadılar.

Birine, "Niçin yolunuzu yaptırmıyorsunuz; bakınız bahçeleriniz cennet gibi ama bir adım ötesi çöplük halinde, yazık değil mi?" diye sordum.

-Yaptıracağız, mesele değil ama bir araya gelemiyoruz bir türlü, dedi. Ardından da, "Nasıl olsa köyün belediyesi buralara bir el atar, emlak vergisi ödüyoruz; parası kaç kuruşsa da veririz, mesele değil." deyip durakladıktan sonra ilave etti: "Hatta belki paraya bile lüzum kalmadan yaparlar."

Bu konuşma geçen sene cereyan etmişti.

Bu sene de durum aynı. Kış gelip kar yağınca, çoğu, içinde sıcak kaplıca suları dolup taşan banyolu evlerine giremiyorlar bile.

Anladınız mı?


"Ben yapmam, bana ne devlet yapsın." yaklaşımı ile çok fıkra var fakat ucu bir yerde hepimize dokunuyor.


Biz Türkleeer, tarihteee, büyük medeniyetleeer kuraan" diye bir lâf işittiğimde acı acı gülüyorum artık. Medeniyet dediğiniz, meselâ kapının önüdür arkadaşlar, yapmayınız!