Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İstanbul'da yaşamadığıma hayf ettiğim nâdir anlar olmuştur; Eyüb'ün sabah namazı şölenlerinden uzak kalmak da bende böyle bir hasetlik hissi uyandırmadı değil hani.

İstanbul'a yolum düştüğünde hep "merkezî" sayılabilecek semtlerde geceledim: Taksim, Beyazıt ve civarları. İstanbul'un bir merkezi var mıdır diye sorulmalı aslında? İçinde iri kıyım on şehri barındıran bir şehrin merkezi olmaz. Kadıköy nasıl merkez ise Ümraniye de kendi âleminin merkezi sayılır.

Bu defa davetçilerim (Memurlar Vakfı) Eyüp'te, eski konakları taklid eden mütevazı ama şirin bir otelde gecelememi uygun görmüşlerdi; Halit Paşa Konağı. Hazreti Hâlid'in türbe ve câmiine ses mesafesinde yakın, gece gündüz cıvıl cıvıl küçücük bir mekân. Önünde, sair fiyakalı otellerin kapı önüne diktikleri ve her defasında içimden, "Acaba bu şatafatlı üniformalara bürünmüş zat otelin müdürü müdür, yoksa civar ülkelerden birinin emekli generallerinden bir midir?" diye sormadan edemediğim görevlileri olmayan bir otel. Müşteriyi ilk intibalarında etkilemek için tasarlanmış fiyakalı ve çok lüks döşenmiş resepsiyonlar yerine, temiz giyimli, her daim kibar delikanlıların aynı hizmeti gördükleri sıcak ve samimi bir iklim. Eski İstanbul konaklarının zemini taş döşeli avlularına benzeyen serin taşlığında çayların en âlâsı.

Ev sahiplerim bir ara, "Hazreti Hâlid'in camiinde sabah namazları bir başkadır" diye çıtlatmışlardı. Geçtiğimiz haziranın sonlarına tesadüf eden cuma seheri, beyaz işi perdeleri örten aralık pencerelerden odaya nefis bir "salâ" sadâsı dolmaya başladı. Bir an uykuyla uyanıklık arasında kendimi Medine'de, Efendimiz'in mescidinden yükselen sabah ezanını dinlermiş gibi hissettim. Tarzlar elbette farklı; biz Türkler "Arab ağzı" diye bilinen üslûptaki Kur'an tilâvetini ve ezanı hafif tertip yadırgarız ve kendi üslûbumuzu daha güzel buluruz, o başka. Tabii olan bir üslûbu ötekine tercih değil, her yerin rûhunu aksettiren tarza saygı göstermektir.

Hâsılı bizim müezzinlerin edâsı bir başka; hele Eyüp'te iseniz ve dâvet, Hazreti Hâlid'in mescidinden geliyorsa...

Söylemiştim, Halit Paşa Konağı ile camiin arası neredeyse iki adım.

O iki adımlık mesafeyi yürürken farkettim ki Eyüp, bir önceki gece, pijamasını giyip yumuşak yataklara gömülerek dört başı mâmur bir uyku çekmek yerine sedire böğrünü dayayıp uykuyu "kifâf-ı nefs" derecesinde savuşturarak kendi seheri eriştiğinde kuş gibi doğrulmak üzere sanki bir tavşan uykusuna niyet etmiştir.

Dükkânların çoğu açık, daracık sokaklarda önceki geceyi mumla aratan yoğunlukta araç yoğunluğu yaşanmakta.

Kumrular güvercinler uyur mu uyumaz mı; bu suale Eyüp'te cevap bulmak müşkül. Huzur dağıtan uğultuları, sağa sola ani dalgalanmaları ve kanat şakırtıları ile mescide yaklaşan herkesi önce güvercinler karşılıyor (sizi bilemem ama bana güvercin ve at hayvan cinsi içinde güzeller güzeli gibi görünmüştür hep; seyrine doyum olmaz).

İçeriden dışarıya Kur'an kıraat eden bir hâfızın sesi aksetmekte. Kapıya yaklaştıkta etraf aniden kalabalıklaşıveriyor. Avlu henüz boş fakat mescidin içi lebâleb. İnsan akıntısına tâbi olarak fevkaaniye (câmilerde ikinci katlara fevkaani deniliyor) doğru yöneliyorum; neyse ki öyle yapmışım. Akıntı beni, fevkaaninin tam orta yerindeki müezzin mahfelinin hemen yanıbaşındaki bir oturumluk boş yere getirip bırakıyor.

Erbâbı ve meraklısı isimlerini elbette bilir; müezzin mahfelinde resmi görevli mi, gönüllü mü olduklarını çıkarmama imkân olmayan dört-beş civarında insan var. Dışarılara akseden Kur'an tilâveti işte buradan geliyor. Benzetme kibar değil, farkındayım ama konser salonunda orkestranın hemen yanıbaşında yer bulmak gibi baht zenginliğine uğramışım. Dinliyor, seyrediyorum. Neden sonra içlerinden ellili yaşlar civarında saçları ağarmış, iri gözlüklü biri sırasını alıyor. Daha besmele çekerken cemaatin dalgalandığını hissediyorum. Nasıl okuyor? İnşaallah siz de gider bizzat dinlersiniz; bendeki intibaı şöyle: Çok şusamış birinin hafifçe soğutulmuş gül şerbeti süze süze içerek kanması gibi bir şey; insanın içinden "ooh, dünya varmış, ferahladım" diyesi geliyor hani.

Belli ki bunca insanı, İstanbul gibi darmadığınık ve semtleri birbirinden kilometrelerce uzak bir beldede mıknatıs gibi bu mescide çeken câzibelerden biri de işte bu dinlemeye doyum olmayan Kur'an tilâveti ve ziyafetidir.

Sonra İran geleneğini hatırlatır tarzda fevkaanideki görevliler hep bir ağızdan salât ü selâm getiriyorlar; istiyorsunuz ki bu selâmın sonu hiç gelmesin, bitmesin ve hep o zevk içinde ân devam etsin.

Namaz, tesbih, dua!

Bitti zannettim, meğer yeni başlamış.

Avlu mahşer yeri gibi, hasırlar toplanıp dolaplarına kaldırılıyor; hani cuma namazlarında menendi görülebilir cinsten bir izdiham. Hanımlar, genç kızlar, her yaştan, her yerden yüzlerce binlerce insan avluda kaynaşmakta.

Avluda ikinci bir dua faslı daha. Ayaktayız. "Dua-gû" fevkalâde güzel, serin, sıcak, kapsayıcı, insanın içini yıkayan, aydınlatan, yeşerten Türkçe bir dua okuyor. Hazreti Hâlid'e selâm yolluyor; iştirak ediyoruz. Âmin, fâtiha!

Bitti mi; hayır, devamı var!

-A, merhaba!

Osman, bizim Osman Turhan bu; gazetenin "çizer" takımından. Selâm, kelâm. Meğer bunlar işin lezzetini alalıberi halısaha maçına organize olur gibi kendi aralarında sözleşip haftanın birkaç günü, lâkin ille de cuma seherinde Hazretî Halid'in mescidinde sabah namazında buluşurlar imiş.

-Kim bunlar, nasıl bir çete bu diye takılıyorum; "Birazdan gelirler, şurada bekleyelim, zaten birlikte kahvaltı yapacağız, siz de misafirimiz olun" diyor. Eyvallah!

Az sonra "çete" avluda içtimâ ediyor; ekseriyeti gazetenin grafik servisinden genç arkadaşlar; başlarında Fevzi Yazıcı. Sarım-gülüm oluyoruz; sanki Eyüpsultan avlusunda değil de Yemen çöllerinde karşılaşmışız gibi bir sevinç yaşıyorum.

Eyüp artık ayaküstü böğrünü dayadığı yerden doğrulmuş, elini yüzünü yıkayıp besmele çekerek günü göğüslemiştir. Civarda ne kadar lokanta, aşevi, pastane, kıraathane, çayevi varsa cümlesi şıkır şıkır ışıklar içinde, şöyle dört başı mâmur olmasa bile her lokması, her yudumu sabahın bereketiyle tatlanmış bir kahvaltı sunmanın tatlı telâşesinde.

Bizimkilerin peşine takıldım; lâflaya lâflaya yürürken nereye gitsek tahmin edersiniz? Bildiniz, Halit Paşa Konağı. Koca koca siniler açılmış, salonlar, avlu hep "çete" mensupları ile dolu. Sohbet, çay, çörek, börek...

Meğer Eyüpsultan'da sabah namazı, İstanbul'un derin katmanlarında yaşayanların nicelerden beri bildikleri ve devam edegeldikleri bir İstanbul âdeti imiş. Resmen tiryakilik yani; meselâ iki üç saat evvelinden Küçükçekmece'den, Tuzla'dan kalkıyorsunuz, onca yolu tepip...

Ama değer efendim; hatta çok daha fazla emek ve zahmete değer. Ne zahmeti, resmen şölen; evvelâ mânevi ve fikri, ardından çayıyla böreğiyle, kızgın tereyağına kırılmış tavada yumurtasıyla "fiziki" boyutları da mevcut bir şölen.

İstanbul'da yaşamadığıma hayf ettiğim nâdir anlar olmuştur; Eyüb'ün sabah namazı şölenlerinden uzak kalmak da bende böyle bir hasetlik hissi uyandırmadı değil hani.

Ey İstanbullular, biliyorum İstanbul büyük şehir; orada yaşayıp da Boğaz'ı görmemiş olanlardan bile bahsediliyor. Ola ki siz dahi bu şöleni, fakirin kaleminden öğrenip de "Oralarda neler oluyor bakayım?" merakıyla Eyüp'de sabah namazı şölenine giderseniz -kazancınız, keyfiniz sizin olsun-, yazarınızı duadan eksik etmemenizi dilerim efendim.