Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Vaktiyle emekli bir askerden dinlediğimi hatırlıyorum; "60'lı yıllara varana kadar gerek Irak, gerek Suriye, Türkiye'nin siyasi ve askeri cazibesine tabi idi; ne zaman sınır mıntıkasında önemli bir tatbikata girişsek, Şam ve Bağdad yönetimleri sarsılırdı. Arap sosyalizmi, Ortadoğu bölgesinde bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldıktan sonra bu cazibemizi kaybettik; bunda pasif dış politikamızın da büyük tesiri olmakla beraber, Baasçı yönetimlerin kendi kamuoylarını Arap davası hedefine kilitlemesi içerde otoriter rejimlerin pekişmesine zemin hazırlarken, Ortadoğu'yu da tek yönlü bir siyasi şartlanmaya mahkum etti." demişti.

Günün modasına uyup muhtemel bir savaş hakkında yazmak istemiyorum; ama herhalde kaçınmak mümkün olmayacak: Kamuoyuna açıklanan "kararlılık" sebepleri, itidal ve feraset sahiplerini pek tatmin etmemiş gibi görünse de on günden beri savaş ihtimali ile yaşamaya başladık. Bu vesile ile medyanın, dünya kamuoyuna diş geçiremese de "iç kamuoyu"nu yönlendirmede ne kadar etkili bir araç olduğu da iyice tebellür etti; vaktiyle bir özel tv kanalı, "Tuzla'da Müslümanlara zehirli gaz atılıyor" haberiyle Taksim'de on binlerce kişinin toplanmasına sebep olduğunda, medyanın manipülasyon gücü karşısında ürkmüştüm. Devletteki kararlılık medyaya da aksetmiş olmalı ki daha şimdiden çatışma atmosferini yaşamaya başladık bile.

Esasen muhtemel bir savaş karşısındaki felsefi tavrımızın ne olacağını beyan etmek zarureti karartıyor içimi; Türk basınında o kadar çok yazar, o kadar çok savaş tamtamı yumrukluyor ki, insan ister istemez, "sevsem öldürürler / sevmesem öldüm" paradoksunda bunalıp kalıyor. Böyle zamanlarda sesi en gürültülü çıkanların korosuna katılmaktan hoşlanmıyorum. Doğrusu, kimse yakama yapışıp "fikrini söyle" diye ısrar etmese de, devletimizin bütün yüksek zevatıyla çok sarih bir şekilde Suriye'ye karşı ucu savaşa kadar uzanan kararlılık gösterisine karşı manidar bir sükutu tercih edenlerden olmayı da, vaktiyle aldığımız devlet terbiyesiyle kabil-i te'lif görmüyorum; diğer yandan medya şahinleri korosuna katılıp, "ümüğünüzü sıkarız" sloganlarına katılmak da sinmiyor içime. Asla temenni edilmez; ne var ki savaş kaçınılmaz hale geldiğinde kimin şahin, kimin karga olduğu elbette ortaya çıkar; ama böyle gergin zamanların üstü örtülü bir tarzda "vatanseverlik" testine dönüştürülmesini doğru bulmuyorum; çünkü bizim devlet terbiyemiz, sancak gösterildiğinde bütün iç ihtilafların bir kenara bırakılmasını gerektirir.

Konunun enikonu ferahlık telkin eden güzel bir cihetine işaret etmenin zamanıdır. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye siyasi, iktisadi ve sosyal bir kuvvet olarak esasen sahip bulunduğu "cazibe alanı"nın farkına varmış görünüyor; bu kararlılığı "hayra alamet" sayarız. Bu kararlılık, nice yıldan beri dış siyasette bizi utanç verici hallere düşüren ataletten silkinmemizi işaret eden ilk adımı temsil ediyorsa, bu kararlılığın ardındaki karar sahiplerini bütün kalbimizle destekleriz. Türkiye'nin nice zamandan beridir iyice unuttuğuna kanaat getirdiğimiz "kendi büyüklüğünü idrak" etmesi ise, biz bu irade gösterisini "şaheserin uyanışı" olarak selamlarız. Türk milletinin kendi devleti hakkındaki değerlendirmesi, -siyasi elitlerinin aksine- Türkiye'nin birinci sınıf bir milletlerarası aktör olduğudur; eğer, devlet de meseleye aynı şuur irtifaından bakıyorsa biz bu haberi öpüp başımıza koyarız.

Aslında "eğer" kaydıyla başlayan cümleler tertip etmeye gerek yok: Türkiye, velev ki Suriye'ye karşı kararlılık gösterdikten sonra, kendisini yakından ilgilendiren diğer dış siyasi unsurlara karşı eskisi gibi davranmayacaktır, çünkü Suriye konusunda girmiş olduğu angajmanın benzerini diğer dış tehditlere karşı da tekrarlaması beklenir.

Şaheser uyansın da, varsın biz fark etmemiş olalım; gafletin böylesi dostlar başına!