Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Mikrofon esrikliği" diye keyif verici bir alışkanlık türü var ki, ona ne Yeşilay karışıyor ne de Narkotik polisi. Önceden ne söyleyeceğinizi iyice ölçüp biçmiş olsanız bile sizi dinlemeye hazır kalabalıktan yüksekçe bir yerde duran mikrofonun önüne geçip monoloğa başladığınızda, ses yükselticinin trafosundan sinsice yayılan "mikrofon esrikliği" virüsü, evvela kana daha sonra beyin hücrelerine sızarak kontrol altında tutmaya çalıştığınız itidal hissini devreden çıkarıveriyor; sanki hipnoz esnasında şuuraltının ifrazata geçmesi gibi denetim dışına çıkmış sözler bir bir dökülüveriyor ağzınızdan; tam bir "kendi kendini dolduruşa getirme hali"; özellikle siyasetçiler ve entelektüelleri tehdit eden modern bir epidemi türü bu.

Ne var ki son günlerde sıkça tekrarlandığına şahit olduğumuz sözün önünü ardını düşünmeden konuşma hadiselerini sadece "mikrofon esrikliği" ile izah etmek mümkün olmuyor. Sanki yeni bir "siyasi yıpratma" taktiği ile karşı karşıya gibiyiz; bu taktikle aslında kimin kimi yıprattığı hayli su götürür bir mesele; fakat doğurduğu sonuçların herkese zarar verdiği açık. Halbuki klasik kültürümüzde sözün yerinde ve dengeli tasarruf edilmesine dair bir yığın öğüt ve darb-ı mesel var ki tamamını şöyle hülasa etmek mümkün: "Söylediğin sözün ardında duramayacaksan hiç söyleme!"

Hayır! Bu ikaz, "bir kısım siyaset erbabını" katiyyen bağlamıyor; onlar, her zamandan daha ziyade söyledikleri sözü tartarak tasarruf etmeleri gereken bir "arakesit imtihanı"ndan geçtiklerini pekala bilmelerine rağmen, adeta bu kabil sözlerle suyun derinliğini iskandil edercesine konuşup duruyorlar. "Ne çıkar canım, isteyen istediği kadar konuşsun; netice itibariyle kem söz sahibine aittir." deyip çıkamıyoruz; çünkü onların tartmadan sarf ettikleri bu gibi lakırdıları ciddiye alarak kuyumcu terazilerinde ölçüp biçenlerin -haklı veya haksız- tepkisi hepimizi yaralıyor. En azından zamanı, mekanı ve muhatabı açısından sarfında mahzur gördüğümüz; ama teorik olarak can-ı gönülden paylaştığımız sözleri, panayırda mantar tabancasıyla çat-pat sesi çıkaran bir çocuk safiyetiyle tekrarlayanlar, en azından "düşüncesizlik"lerinin vebalini bize de bulaştırıyorlar. Onlar en şedid dille azarlanıp tahkire uğradıklarında -işte hiç dahlimiz olmadığı halde- biz inciniyoruz ve öyle zannediyorum ki biz "daha ziyade" inciniyoruz.

Neredeyse otuz seneden beri teorik olarak doğruluğuna, sahihliğine ve ulviyyetine ömrümüzün manasını adadığımız fikirlerin, sözlerin ve davranışların bu makule tarafından -en azından "düşüncesizce"- sağda-solda sarf edilmesinden duyduğumuz acıyla muzdaribiz. Biz bu tarzı benimsemiyoruz, bu laubaliliğe katılmıyoruz, ezeli ve ebedi hakikatlerin siyaset meydanlarında taraf haline getirilerek saygısızlığa maruz bırakılmasından yana değiliz; ama onlar teorik planda uğruna baş koyduğumuz hakikatleri kaldırımlara dökerek kendilerine siyasi menfezler açmaya çalışıyorlar. Bu iki menzil arasında kalmaktan artık bunaldık; "susun, konuşmayı beceremiyorsanız bari en azından susun" ricalalarımız, onlara zaaf gibi görünüyor. Gündelik başarılarla, mevzii zaferlerle kibirlenip kendilerini avutuyorlar.

Tuhaf ki aldıkları her darbe, "su içsem yarıyor" mantığını hatırlatırcasına gövdelerini büyütüyor; çünkü bu makulenin diskurunu ciddiye alıp, "aman bunlar memleketin dibine dinamit koyacaklar" endişesiyle uykularını kaçıranlar aslında bu diskurun alfabesi ve lisanından bihaber oldukları için aldıkları her tedbir rakiplerine "su gibi yarıyor".

Öteden beri bu makulede "recüliyet" eksikliği vehmederdim, artık eminim; recüliyet dediğimiz şey, cinsiyet farkı belirtmeksizin "erkeklik" diye isimlendirebileceğimiz bir şey: Vekar, heybet, cesaret, mehabet, metanet, sadakat ve emanet gibi kavramların bir araya gelerek insan haysiyetinin omurgasını dik tutmaya yarayan bir kimya. Recüliyet olmayınca, ağzınızda gezdirdiğiniz ezeli ve ebedi hakikatleri omuzlamak için ehliyetiniz de kalmıyor; alayla, hakaretle, istihkarla karşılaştıkça üzülmek yerine, "su içsem yarıyor" pişkinliğine sığınıyorsunuz. Recüliyet fıkdanından ötürü ne hale geldiğinizin farkında değilsiniz; ama müşterek değerlerimizin günaşırı hakarete uğratılmasından ötürü memleketin ne hale geldiğini de fark etmiyorsunuz.

Bari La Fontaine'nin kargasından ibret alın!