Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Tatlı tatlı anlatınca, okuyanlar ve dinleyenler hemen "nostalji" damgasını yapıştırıveriyorlar; bu lâfı sevmiyorum; Nostalji geçmişe sığınmak, geçmişi yüceltmek, özlemek ve idealize etmek mânâsına geliyor.

Biz öyle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki, vaktiyle bizzat içinde yaşadığımız sosyal iklim, bütün müesseseleri ve kavramlarıyla birlikte yıkılıp ufalanıyor; halbuki yaşadıklarımız her zaman yaşanmaya değer, en azından "insânî boyut" taşıyan güzel şeylerdi.

Fast foot adı verilen hazır yemek lokantalarında ayak üstü atıştırmak, satıcı-alıcı ilişkilerindeki insânî sıcaklığı berhava eden süpermarketlerden alışveriş etmek, yüzlerce, binlerce çirkin otomobilin akılalmaz bir trafik karmaşasıyla terörize ettiği caddelerde bir yerden bir yere gitmek, güzelim mektuplar yerine telefon mesajları veya elektronik posta kutusunun içine nasıl girdiğini hâlâ anlayamadığım kısacık makina fontlarıyla kullanılan ama daha "manüel" yani elle yönetilebilir bir dünyayı da gördük. Gaz lambasından lazer aydınlatmasına, kömür maltızından, sobadan ve mangaldan tabii gazlı ısıtma sistemlerine, kara trenlerden jet uçaklarına ve daktilodan bilgisayara terfi etmek herkes için aynı derece latif görünmeyebilir. Bizim kuşağı, birbirini çiğnercesine ardarda sökün eden teknolojik yeniliklere ayak uyduramamak değil, gündelik hayatın her geçen gün daha fazla denetimimizden çıkması ürkütüyor. Biz vaktiyle tercihini "manüel", yani vasatî zekâ ile, mekanik usûllerle ve insan tâkatını ve sabrını zorlamayan, beşerî güçle idare edilebilen bir hayat tarzından yana kullanmış bir kuşağız; bu yüzden "plastik para" adı verilen kredi kartları yoluyla alış-verişten nefret ediyor, her defasında göynümüş meşinden mâmul cüzdanımıza davranarak, "ne kadar ekmek, o kadar köfte" düstûrunca aksâtamızı peşin para ile görmeyi seviyoruz. "Pop art" denilen, "bilinçaltı", "postmodernizm" veya "underground" diye anılan tuhaf sanat akımları bizde heyecan uyandırmıyor; biz musikide, mimarlıkta, şiirde, resimde ve güzellik adına değerlendirmeye giren her şeyde "klasik" zevklere bağlıyız.

Mahalle hayatını özlüyoruz evet, "sokak" denilen o harikulade insânî iklimi özlüyoruz, içinde turp, maydanoz, soğan, pancar, gül, hatmi ve fesleğen yetiştirilen bostanları, erik, ayva, armut ve vişne ağaçlarıyla her sonbaharda bir renk çılgınlığı teşhir eden bahçeleri özlüyoruz. Niye yalan söylemeli, apartman denilen gönüllü mapusanelerden nefret ediyoruz. İthal kömür isi, egzos püskürtüsü, plastik ve balçık teneffüs etmeyi reddediyoruz; onun yerine çürümüş yaprak, nemli toprak, yağmur ve ekmek kokusunu istiyoruz.

Biz elektronik yerine "mekanik"i seviyoruz; tamirine akıl sır erdiremediğimiz, en küçük ârızada bizi "servis servis" gezdiren bir nevi modern çağ simyagerliğinden başka bir şeye benzemeyen ultra cihazların soğukluğu bizi ürkütüyor. Biz tamirden anlayan bir nesiliz; kullandığımız her şeyin sağını solunu gerektiğinde söküp, yağlayıp, temizleyip onarabilen ve en mühimi ne zaman işe yaramaz hale geldiğine bizzat karar verebilen bir nesil. Bizim için kalleşlik, sadece insanı arkadan vurmak anlamına gelmiyor; kalleşlik, insanı aradan çıkaran, insanı kibirli uzmanlık maharetine muhtaç eden, onu kendi kendine yeterlikten alıkoyan herşeydir.

Teknoloji ile problemimiz yok; biz teknolojinin mekanik kısmı ile barışığız. Mekanik zaruretleri klasik sanat üslûbunun beşerî boyutları ile ehlileştiren bir devrin ürünlerini şöyle hatırlayabilirseniz ne demek istediğimizi anlayacaksınız; bu âhengin en mütekâmil örneğini, artık antikacı vitrinlerini süslemeye başlayan Singer dikiş makinalarında seyredebilirsiniz; soğuk çelikle sıcak ahşabın bir dikiş makinası sûretine bürünüp, bir ev hanımının sade direktiflerine uysallıkla itaat ettiği, gerektiğinde sahibesi tarafından basit onarım ve bakımının kolayca yapılabildiği ve el ve bacak hareketiyle iş gören bu makinalar, teknolojinin nasıl ehlîleştirilebileceğine nümûnedir; ve Singer dikiş makinası doğduğu günden beri bir sanat eseri olarak ev hanımlarının ve insanlığın hizmetinde arslanlar gibi yüz sene hizmet vermiştir. Yeni kuşaklar "kamineto"yu bilmez; gazocağı, onlar için ortaçağlardan kalma kaba-saba bir mancınık kadar hantal görünür ama bu örneklerde maddeye şekil vermeyi öğrenen insanın, en güzel formu arama merakının silinmez izleri görünür. Ancak özel bir ağaç cinsinin suda ıslatıldıktan sonra günlerce cendere altında tutularak kavislendirilmesiyle imâl edilen tahta iskemlelerin sıcaklığı ve kuşatıcılığını yeniden icad etmeğe kalkışmak ne kadar abes! Annelerimizin lavanta tohumu ve halis Antep sabunu ile rayihalandırdığı ve çeyizlerini emânet ettiği, pirinç kuşaklı ceviz sandıkları, hangi yeni yetme dolap veya mobilya ile mukayese olunabilir ki? Ya radyolar; ya insanda hürmet ve muhabbet duyguları uyandıran, pırıl pırıl cilâlı, goblen göğüslüklü, cam kadranlı, ebonit düğmeli kadim zaman radyoları? Hani utanmasalar diş dolgusuna girecek kadar rezilce ufalabilen zamâne radyolarına nisbetle ne kadar ağırbaşlı, olgun ve vakur nesnelerdir onlar; ve hangi eski zaman radyosu, üzerinde bir ev hanımının veya genç kızın nice zaman göz nuru dökerek dünyaya getirdiği bir dantel örtüden ayrı düşünülebilir?

Biz "masif" çağların insanlarıyız; hızar tozu, çöp, toz-toprak ve ucuz sentetik tutkalla sıkıştırıldığı için zoru gördüğünde kül gibi ufalanan sunta rezilliklerini boşuna küçümsemiyoruz. Biz "kaplama" denilen mobilya gözbağcılığına asla alışamayacağız. Biz, hepsi de hâlis çam, gürgen, ıhlamur, kestane, ceviz ve ardıç kerestesinden mâmul nesneler ve yapı elemanlarıyla takdis edilmiş sahici mekân ve vasatlarda yaşamışız; tatlı kireçle sıvalı odalarda doğmuş, herbiri en az bir metre murabba' kutrunda taş levhalarla kaplı "taşlık"larda büyümüşüz. Avluda veya bahçenin bir yerinde kimbilir kaç kuşağa hizmet veren som kaya parçalarından murçla oyulmuş taş kurnaların bugün ancak etnografya müzelerinin avlularında yer bulması hazin. Dünkü hayat tarzının merkez muhacim mevkiinde tabiatının asâletini kalaylanmış dişleriyle pırıl pırıl gülümseyerek gösteren bakır elementi, on paralık alüminyum ve teflon karşısında hurda malzemesi haline gelmiş, tahtadan mâmul hamur tekneleri ile birlikte sofraların da tadı-tuzu kalmamıştır.

Şu son model otomobillerin tasarımındaki zevksizliklere ne demeli peki? Ellili, hattâ kırklı yılların o şâhâne otomobil tasarımındaki "organik" ahenge bilmem dikkat edilmiş midir? Kaportanın her bükülüşü, içinde gizlediği mekanik aksamın fonksiyonunu ifşâ ettiği halde ne kadar tatlı ve yumuşak münhanilerle kıvrılıp tatminkâr bir bütünlük teşkil eder. Motor kaportası motorun, çamurluklar tekerleğin, bagaj kapağı yüklüğün mahfazasıdır; içinden haber veren kibar mafhazadır o kaportalar. Ağır arabalardır o Plymouth'lar, Buick'ler, Dodge'lar, Oldsmobile'ler, Bugatti'ler, Cadillac'lar; ağır, oturaklı, mehîb, güçlü ve asil! Hepsinin iç kısmı, bir oturma odası kadar geniş, ferah ve rahattır. Motor aksâmı da dahil her aksesuarı, ince tasarım sanatkârının ilhâmıyla vücud bulmuş olduğu için ait olduğu bütünden sökülüp sehpa üzerine konulsa bile sanat nesnesi kıymetini muhafaza ederler. Daha fazla hız, daha ekonomik yakış, daha güçlü motor elbette iyi ama altmışlı yıllardan sonra imal edilen hiçbir araba, şu saydığım altın neslin kâ'bına erişememiştir; özlemek neyse ama hatırlamakla haksız mıyız?

Daha giyim-kuşam meselesine gelmedik bile; bizim kuşağımızın kadınları, belki de herbirinin tek tek hanımefendi olmasından dolayı "hanımefendi" gibi giyinirlerdi; evet, kadınca ama "hanımca" da. Siyah-beyaz filmlerin giyim-kuşam tarzını hatırlarsanız, muradımı da anlayacaksınız; dekolteye prim vermeyen mahfuz çizgiler, birbirinden tatlı, şirin ve şık şapkalar, sade ve kibar pabuçlar, dökümlü etekler, sahibesinin şahsiyetini takyid eden ağırbaşlı tayyörler ve belki hepsinden daha önemlisi "hanım" kavramını tek başına temsil edecek kadar vakur o güzel saç stilleri. Erkekler, erkeklerin hepsi beyefendi. Kruvaze veya spor, dökümlü ceketler, ağırbaşlı pardesü ve paltolar; göbekten kemerli ve hafif pleli pantalonlar. Saçlar geriye doğru briyantinle taranmış durumda, ense ve kulak nâhiyesi açık. Kâkül, ancak çok yakışan için bir istisnâ. Ceketlerin hepsinde bilâistisna yaka cebinde titizlikle katlanıp yerleştirilmiş birer beyaz mendil. Kravatlar, "bana bakın, ne kadar tuhaf olduğumu görün" çığlığıyla edepsiz bir gösteri gayreti içinde değil; genellikle düz desenli, zevkli ve ağırbaşlı renkler hâkim. Hepsi de giyim-kuşamın aslında insanı çerçevelediğini gösteren bir zevkin nümûneleri. Bugünün hâkim modası, insanları elbise taşıyan birer manken olmaya zorladığı ve insandan ziyade onun çerçevesine, yani giyim-kuşama dikkati yönelttiği için zevksiz ve zalim!

Argo yok; argo, "alt dil"; kanundan kaçanların dili. İnsanlar birbirlerine nezâket ve karşılıklı saygı telkin edecek güzel kelimelerle konuşuyorlar. "Hayırlı sabahlar.. hükmetlerimi söyleyiniz... hanımefendi nasıllar... müşerref oldum efendim.." gibi kalıplar, söze başlangıcın asgari kelimeleri. Sahici zamanlardı onlar. Eşya, teknoloji ve insan müsellesinin en tabii karar noktasında âhenk bulduğu ama mutlaka insanın eşya ve teknoloji üzerinde hükümran ve nihai belirleyici olduğu zamanlar.

Küçük bakkal dükkanlarını, sanki sihir gösterir gibi kaşla göz arasında işini hünerle gören tamirci esnafını, taş kaplı kaldırımsız sokak döşemelerini, tahta ve sabun kokusunu, kalaylı çorba ve hoşaf taslarını, kapaklı yemek sahanlarını, iple çalışan çıngıraklı kapı zillerini, ebonit gövdeli eski siyah telefonları, kaneviçe yastık örtülerini, sevgi ve emek mahsulü dantellerle süslenmiş, kardan ak "beyazişi" pencere perdelerini, adam gibi selâm alıp vermeyi özlüyoruz.

Ve galiba nostalji böyle bir şey; evdeki hesap çarşıya uymadı pek; ne yapalım; nostalji ise nostalji, gericilikse gericilik ama çeşm-i insaf ile siz söyleyin: Haksız mıyız?