Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Genelkurmay'ın iç hizmet yönetmeliğinde değişikliğe giderek, geçmiş görevleriyle ilgili olarak sağda solda konuşan asker kişilere yaptığı çağrıyı okuyunca şaşırdım: Şaşırdım çünkü anayasal bir hakkı, iki satırlık yönetmelik değişikliği ile kayıt altına almanın, bir hukuk devletinde nasıl mümkün olabileceğini pek anlamadım.

Anayasa'nın 25. maddesi bakın ne diyor: "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." Tamam, farkındayım, Genelkurmay'ın "konuşmayın" yasağı, fiilen bir temenni hükmünde, kanun hükmünde bir geçerliği ve kapsamı yoktur; çünkü bütün müeyyidesi, konuşan emekli subayların orduevlerine girişini yasaklamaktan ibaret. Yasakla yaptırım arasında bir oransızlık var. O sebeptendir ki, suskunluk emri, aslında taşıması gereken anlamdan daha dramatik çağrışımlara doğru sürükleniyor. Eğitim kalitesi, doktriner metaneti, teşkilatlanma mükemmelliği, personel seçmek konusundaki titizliği ile efsaneleşmiş bir kurumun, emekliye ayrılmış mensupları hakkında, "konuşursanız ben de sizi orduevlerine almam" diye tavır göstermesi insanın içini burkuyor.

Okuyucular, "orduevi yasağı" meselesini anlamakta zorluk çekebilirler; muvazzaf ve emekli mensupları için orduevleri, sıradan bir kulüp, otel veya lokanta anlamından çok daha fazlasını ifade ediyor. Orduevlerine alınmamak, "artık bizden değilsin; özlük haklarına dokunamayız ama artık git hayatını başka bir alanda sürdür" demek oluyor. Siviller için manasız, asker kişiler için onur kırıcı uzantılar taşıması kuvvetle muhtemel bir yaptırım!

Şimdi bu "gırtlak dokuz boğum" meselesinin nasıl bir şey olduğunu, haklarında konuşma yasağı getirilmiş emekli subayların anlayabildiğini ümid ederim. Anlayabilirler mi; bir ümit! Bir yanlışa işaret edebilecek iken konuşamamak ruhu örseler; böyle bir halde konuşabilecek durumda iken, insanın kendine otokontrol uygulaması vicdanı daha çok zedeliyor; çünkü muhatabınız, aslında sizi titizlenmeye sevk eden saiklerin farkında bile değildir. Siz bir "cem-i gafîr" halinde topyekûn şüpheliler ve güvenilmezler listesinde bulunmaktasınız. Öyle küçültücü bir hâl ki, siz sükût ettikçe muhatabınız, suskunluğunuzu, "bak konuşamıyorsun işte, konuşamazsın çünkü Cumhuriyet muhalifisin" şeklinde anlıyor; daha vahimi nazik bir lisan ve üslûp ile eleştirdiğinizde muhatabınızın önyargılarını pekiştirmiş oluyorsunuz; "zaten ne mal olduğunuz belli, gericisiniz!" İşte böyle bir şey; haklı olduğuna inandığınız tenkitlerinizi kendi içinizde bastırıp saygı ve değer atfettiğiniz kurumları zedelememek için iradi bir suskunluğa gönüllü olmak böyle bir şey; emekli askerlere iç tüzük değişikliği ile getirilen sus emri ile kapıldıkları ruh hâli, şu sıradan Karabudun Türkleri'nin onlarca yıldan beri içlerinde taşıdığı "kanun kustum kızılcık şerbeti içtim" haletiyle çok benzeşiyor. Türk toplumu, ordusundan siyasi müdahalelere bulaşmamak hususunda titiz davranmasını bekledi; hâlâ öyledir. Ne yazık ki ordu, bu sivil hassasiyeti anlamadı; hâlâ anlayabilmiş olduğundan şüpheliyim.

Orduyu yönetenlerin başlıca ihmali, devleti kuran iki temel kurumdan biri olmak itibariyle (TBMM ve ordu), Meclis'te temsil edilen milli iradeyi, daima düzeltilmeye ve hizaya getirilmeye muhtaç bir vaziyette görmesidir. Bugün aklı başında hiçbir siyaset bilimcisi Türkiye'de ordunun, toplumunu iyi tanıdığını ve kavradığını söyleyemez; bir eksiklik, belki bir zaaf var. Ahalinin neredeyse yarısından fazlasını tehdit gibi algılamak, zaten işin başında bir şeylerin yanlış kavrandığını işaretliyor. Milli birlik ve beraberlik dediğimiz şey, toplumun devletiyle ve ordusuyla "gönül beraberliği" içinde olmasıdır. İcap ederse yine devam ederiz; yer bitti ama söz yarım kaldı.