Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Gazze’de olup bitenlere bir de böyle bakalım; zulmün, tecavüzkârlığın ve adaletsizliğin teknoloji yardımıyla neredeyse naklen yayınlanmış olması, zulme uğrayanlar açısından durumu değiştiremedi. XX. Yüzyılın en pervasız ve gaddar millî devletlerinden birini teşkil eden İsrail, dünya kamuoyunun itirazlarına aldırmadan, “ülkemi koruyorum” bahanesi ile Gazze’yi bombalarla yıkıp bini aşkın masum sivili öldürdü. Bütün dünyada bu zulüm iki farkı şekilde seyredildi: Sıradan insanların kalbi, saldırganı lânetlerken; devlet adamları çok farklı davrandılar. Diplomasinin soğuk, kibirli ve sâkin diliyle üstünkörü bir lisanla İsrail’i sözüm ona kınarken, zulmü durdurmak için kıllarını kıpırdatmadılar. Bu utandırıcı tablonun aksine davranan tek ülke Türkiye oldu. Davos’taki meşhur panelde Başbakan, sıradan insanların vicdânındaki tepkileri bir devlet adamının ağzından telaffuz edince, sanki “kral çıplak” sözleriyle gerçeği söyleyen masal kahramanı gibi alkışlandı ve dikkat çekti. En çetin muhalifleri bile Başbakan’ın tavrını alkışlarken, sadece üslubu konusunda küçük tenkidler ileri sürebildiler. Böylece sadece Türk toplumunun değil, başta İslâm âlemi olmak üzere vicdan sahibi her insanın duygusu yüksek sesle dillendirilmiş ve İsrail protesto edilmiş oldu.

Gazze’de ateş şimdilik sönmeye yüz tuttu; sel çekilmiş görünüyor. Mutedil bir ara değerlendirmede bulunmanın vaktidir.

Türk kamuoyu da Gazze’yle birlikte dikkatini mahalli seçimler ve Ergenekon Davası’ndan dış politikaya yöneltti; Gazze için gerek resmî, gerek sivil kuruluşlar aracılığı ile zulüm mağdurlarına hatırı sayılır miktarda yardım toplandı ve toplanıyor. İsrail’in Gazze’ye saldırmaya başladığı ilk birkaç günden sonra basında, gazete okuyucularının çoğu tarafından pek fark edilmeyen ama çok dikkat çekici -ve aslında basının gözünden kaçan- bir tartışma yaşandı. Bu tartışmanın temel konusu Gazze”deki sivil yerleşim yerlerinden İsrail mevzilerine atılan El Kassam füzeleri idi. 2008 yılı içinde İsrail’e 1200 civarında Kassam füzesi fırlatan Hamas militanları, 9 km menzile sahip bu düşük tesirli füze ile rakibine çok az zarar verebilmişti. Son sekiz yıl içinde sadece 20 İsrailli’nin ölümüne sebep olan Kassam füzelerinden beşte birinin sınırı bile geçmediği, güdümlü olmadığı için isabet ihtimalinin çok zayıf olduğu da ifade ediliyor.

Buna mukabil İsrail, üç hafta kadar süren zalimâne kıyım harekâtı esnasında Gazze’ye sadece 700 civarında hava akını düzenledi. Bin ilâ 1300 arasında Gazzeli’nin ölümüne sebep olan hava saldırılarında en çok çocuklar ve kadınlar zarar gördü. İsrail, Kassam füzelerinin ciddiye alınmayacak ölçüde basit, âdeta çatapat cinsinden şeyler olduğunu elbette biliyor; fakat bir İsrailliye zarar verme ihtimâli çok düşük de olsa öngörülemezliği ve gündelik hayatı tehdit edici varlığı yüzünden bu füzelerin baskısından kurtulmak istiyor ve “bize füzelerle saldırıyorlar” bahânesini abartarak bir fiskeye balyoz darbesiyle mukabelede bulunmak gibi orantısız bir şiddet uyguluyor. Üstelik bu füzelerin her an İsrail topraklarına düşebilme ihtimâlinin varlığı, İsrail’i dünya kamuoyu önünde bir ölçüde mazur gösterebiliyor. Bir mânâda İsrail, bu zalim harekâtın kendince meşrûluk sebebini Kassam füzelerine ve Hamas’ın eylem tercihine borçlu.

Tartışma bu ana fikir üzerinde çıktı; Zaman Gazetesi’nin ve Aksiyon Dergisi’nin değerli yazarı Ahmet Selim, İzmir’in işgalinde ilk kurşunu attığı ileri sürülen Gazeteci Hasan Tahsin’i örnek göstererek, “attığın taş ürküttüğün kurbağaya değmeli; değmiyorsa düşmandan çok kendi halkından sivillere zarar vermiş olursun” mealine gelen ve bana göre pek isabetli yazılar kaleme aldı. Konu hakkında daha etraflı fikir sahibi olmak isteyenlerin Aksiyon ve Zaman arşivinden bu yazıları bulup okumalarını tavsiye ediyorum.

Ahmet Selim Bey, fikr-i selîmine, basiretine ve muvazenesine daima çok güvendiğim yazarların başında gelir ve yazdıklarını kaçırmamaya gayret ederim. Daha okurken, “Eyvah, Ahmet Bey, bu fikir noktasının ne kadar muarızı olduğundan galiba haberdar değil; alacağı tepkiler onu üzer, hatta karamsarlaştırır” diye tahminde bulunmuştum. Ne yazık ki tahminimde yanılmadım. Bu tahmin isabetinde bulunmama sebep olan tecrübeyi, on gün kadar önce ben de yaşamıştım. Zaman’da yayınladığım “Mahallenin en kötü çocuğu” başlıklı yazıdan ötürü, yazarlık hayatım boyunca aldığım en acı hakaretleri ihtiva eden yazılı saldırı ve küfürlere muhatap olmak çok kötü bir tecrübeydi. “İsrail zalim fakat Hamas’ın sorumsuz yaklaşımı en ziyade sivil Filistinlilere zarar veriyor” diye özetleyebileceğim ana fikri bazı mektup sahipleri, benim İsrail’e taraftar, satılmış, İslâm ve Arap düşmanı, vicdansız vs. olduğum şeklinde okumuş ve anlamışlardı.

Ahmet Selim Bey’in de üç aşağı-beş yukarı aynı hakaretlere mâruz kaldığını şu satırlarından anlıyorum: “... bile yöneltilmeyecek eleştirileri bana yöneltenler oldu son birkaç yazım için. Böyle bir durumla karşılaşınca, içimde sinemde bir çökkünlük hissediyorum... Uzunca bir müddet daha bazı meseleleri tam konuşamayacak, tam düşünemeyecek bir durumda olduğumuzu görmenin hüznü, bir yazı bile değil, bir roman konusu. Hazmı zor, okunması zor; yazana yazarken hissedecekleri ve yaşatacakları açısından zor oğlu zor.”

Yazdığı her kelimeyi kuyumcu terazisiyle tartan, bîtaraf gözlemci sıfatını zedelememek için vaktini araştırmaya, düşünceye, sabır ve teenniye hasreden, herkesin hürmet duyduğu bir ismi bu derece bedbînliğe sevk eden o tepkiler nelerdir; ben az-çok tahmin ediyorum ve üzülüyorum.

Üzülüyorum, çünkü zihinlerindeki basit şemaya ters gelen, ezberleri bozan, meselelere farklı bakış açıları teklif eden yaklaşımlar, kendine “okuyucu” sıfatı atfederek, her türlü tenkide hak kazandığını düşünen birtakım insanları rahatsız ediyor, itiyor ve ürkütüyor. Karşılarındakini en zalim kelimeler, küfür ve hakaretlerle sindirip “lanet olsun” dedirtmek maksadıyla akıllarına geleni yazıyorlar. Yazdıklarına baksanız pek cesaretli, aktif ve meseleyi müdrik birileri olduğu zehabına kapılabilirsiniz ama onlar isim ve adreslerini gizleyerek, sahte isim ve adres altında hamaset göstermeyi tercih ediyorlar. Hâlbuki fikirlerini beğenmedikleri yazarlar, her satırına imzasını koyarak açık kimliğiyle okuyucularının karşısına çıkmaktadır.

“Her camiada böyleleri bulunur; büyütecek ne var?” diye düşünülebilir fakat öyle değil. Ahmet Selim’i zannımca yaralayan asıl nokta, kendi dünyamızın çok önemli meseleleri hakkında insanı yazmaktan, düşünmekten, gayret sarf etmekten alıkoyan bir gönül yorgunluğuna iteklemesidir. Nitekim, klavye başında hamasi ve gözüpek bir edâ ile militanlığa, canlı bombalı eylemlere, çoluk çocuğun sırtından millî kurtuluş mücadelesi verilmesini alkışlayanların, Gazzeli çocuklara, mağdurlara, masum sivillerin öldürülmesine hayır ve katkısı dokunmuyor. Onlar sadece kâğıt üstünde ve klavye başında arslancılık, kaplancılık oynayacak kadar kahramanlık sergileyebiliyorlar. Öyle olmasa ömrünün yıllarını Zaman camiasına vermiş, kitaplarıyla, duruşu ve konulara yaklaşımıyla bir deniz feneri kadar âşikâr ve belli bir karakter çizen Ahmet Selim Bey gibi bir yazarı incitmek akıllarından geçer miydi bilinmez.

Yukarıda adını zikrettiğim o yazıdan sonra içinde Gazze, Filistin, Hamas, İsrail geçen yazı konularından uzak durdum. O yazı kaleme alındığında Gazze’de öldürülen Filistinli sayısı yüz civarındaydı, sonradan bini aştı. Çatapat füzeleriyle sivil yerleşim yerleri arasından, kendi halkının omzu üzerinden İsrail’e füze atanlar politik hedeflerine ulaşmışlar mıdır bilemeyiz fakat nâm-ı hesabıma, mâsum çocukların ve kadınların canı üzerinden yürütülen siyaseti anlamıyor ve reddediyorum. Ahmet Selim Bey’in bu konudaki yazılarını ise samimiyetle destekliyor ve imzamı koyuyorum.

Yazarlar, biraz da böyle günler için vardır.