Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Zenginin malı züğürdün çenesini yorar vecizesine bayılırım, çünkü dedikodusu en leziz meselelerden birisi, uzak veya yakın bir tanıdığımızın tahminleri aşan servetinin kaynağı hakkında fikir yürütmektir; bu kabil dedikoduların temel varsayımını, zengin kişi ile serveti arasındaki ters orantı teşkil eder: "Hıh, o mu; daha düne kadar çocuklarının okul taksidini ödeyebilmek için kırk kapı dolandırıyordu, nerden buldu o kadar parayı dersiniz" diye düşünür ve işin içine mutlaka sel suyu karıştığına hükmederiz. Bu varsayıma göre bir kişinin zengin olabilmesi için mutlaka kanun dışı veya gayri ahlâki yollara bulaşmış olması gerekmektedir çünkü o kadar servet, helâl yollarla çalışılıp kazanılamayacak kadar büyüktür.

Resmen servet düşmanlığı canım; vaktiyle komünistler de böyle nitelendirilirdi: Servet düşmanı!

Tabii, işin bir de çekememezlik boyutu vardır: Anadolu'nun kara bağrından çıkıp her nasılsa şöhret basamaklarını tırmanmış rahmetli bir ses sanatkârı, bundan kırk sene kadar önce kendi memleketinde, hemşehrilerine konser vermek için sahneye çıktığında, arka sıralardan herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle, çocukluk arkadaşlarından birinin şöyle bağırdığına şahit olmuştur:

-Ulan filanca... Seninle istasyondaki kömür vagonlarının etrafında çuvalla kömür topladığımızı ne çabuk unuttun ulan?

Mesele, vaktiyle iki çocuğun da aynı hizada olduğunu hatırlatmak, şöhretli arkadaşa, şimdi sahip olduğu şeylerden ötürü vicdan azabı tattırmak kabilinden bir şeydir. Doğru mudur?..

Vakitsiz ve aniden zenginleşenler hakkında anlatılan fıkralardan en güzeli şudur bence. Hadise Amerika'da cereyan ediyor. Ünlü ve çok vâriyetli zenginlerden birine, genç ve tecrübesiz bir gazete muhabiri soruyor:

-Ne oldu da, bu kadar zenginleşebildiniz?

"Anlatayım" diyor dolar milyarderi, "Henüz çocuktum, bir gün yerde 25 sent buldum ve o parayla manava gidip iki tane iri kırmızı elma aldım, elmaları ceketimin koluyla bir güzel parlattıktan sonra tanesini 25 sentten sattım. Böylece elli sentim olmuştu. Bu defa manavdan tam dört kırmızı elma aldım. Onları da ceketimin koluyla parlattıktan sonra..."

Genç gazeteci dayanamıyor ve atılıyor: "25'er sentten sattınız, sekiz elma aldınız ve..."

"Yoo" diyor milyarder, "tam o esnada milyarder amcam öldü ve bütün mirası bana kaldı!"

Fıkra güzel ama zâlim; mefhumun muhalifinden hareketle diyor ki, "ey vatandaş, öyle elma parlatıp satma hikâyelerine bakma sen; ille de bir yerden sel suyu karışmadıkça bu kadar para kazanılmaz!" Halbuki kalbimizdeki çocuk, parlatılan kırmızı elmaların geometrik diziyle artmasını ve milyarderin böyle sıradan bir ticaret hikâyesiyle zengin olabilmesini arzuluyor; çocuk doğru düşünüyor, daha doğrusu "idealist", yani güzel düşünüyor. Meselâ çocuklara tasarrufun ne kadar güzel bir şey olduğunu öğretmek için hep tekrarladığımız o basmakalıp, "damlaya damlaya göl olur" vecizesinin, neticede zenginleşmek için hiçbir işe yaramayacağını fark etmek de hoş değildir; daha gerçekçi bir öğüt olması bakımından çocuklara bu konuyu şöyle anlatabilirdik: "Çocuklar, damlaya damlaya göl olur elbette ama sizin bunu görmek için o kadar uzun yaşayacağınız hususunda hayat süresi istatistikleri hiç de ümit verici şeyler söylemiyor. Siz yine damlatarak biriktirmeye devam ediniz ama asıl öğrenmeniz gereken şey, kaşıkla biriktirdiklerinizi kepçeyle harcamamaktır"; nitekim atasözü öyle diyor: Hazıra dağ dayanmaz!

Neticede atasözlerine riayet edilince kimselere eyvallah demeden kıt kanaat geçinme noktasına erişmiş oluyoruz gibime geliyor, zira birkaç milyon dolar cinsinden bir serveti, orta halli birinin tasarrufa riayetle biriktirebilmesi zor görünüyor. Kabağın kabuklarından da ayrıca bir yemek yapmak, çöpe atılması gereken kağıt ve mukavvaları biriktirip satmak, bir gömleği dökülünceye kadar giymek, iki ampulden birini söndürmek, kurşunkalemleri dibine kadar kullanmak cinsinden tutumluluk örnekleri, günün birinde zengin olmaya değil, halk tâbiriyle "muhannete" muhtaç olmamaya yarayan tedbirlerdir.

Eskiler bu işlere bizden daha çok kafa yormuşlar ve neticede bugünün anlayışına göre hayli radikal sonuçlara varmışlardı. Mesela bir malın değerini, onu üretmek için harcanan emeğe bağlayan teoriyi buna örnek olarak gösterebiliriz. Okununca güzel ve mâkul gibi görünen bu açıklama, ciddiye alındığında bir işçinin diyelim ki bir milyon dolar kazanmasına asla imkân ve ihtimâl bulunmadığı gibi bir sonuçla karşılaştıracaktır bizi. "Emekten emeğe fark var ama..." itirazının da işe yarayacağını zannetmem: Ayda beş yüz lira kazanan bir fırın işçisinin emeği ile aynı sürede 100 bin YTL'ye para demeyen bir futbolcunun emeği kıyaslandığında hangisinin daha vazgeçilmez ve sahici olduğu meselesi çok su götürür çünkü. Hâsılı "zenginlik" diye tâbir ettiğimiz miktar, dünyanın en esrarengiz kavramlarından biridir ve neticede "benim gönlüm zengin" kavrayışından başka insanın mutmain olabileceği bir yer yoktur.

En iyisi zenginliğin izafi bir kavram olduğunu kabul etmek galiba; gönül zenginliğini mevduat kabul eden bir banka yok yeryüzünde ama işin güzelliği de orada zaten.