Görüyorum, görüyorum!..

Tesadüf müdür, yoksa daha önce dikkat çekmediği için mi görünür hale geldi bilinmez; basınımız onbeş günden beri kanalizasyon çukurlarına düşüp hayatını kaybeden talihsizlerin haberlerini öne çıkarmaya başladı. Bu haber yoğunluğunu, iktidar partisine mensup belediye başkanlarını köşeye sıkıştırmak arzusuyla izah etmek de mümkün ama bu son derece ucuz bir değerlendirme olur.

Hayır, başka bir şey oluyor; fotoğrafın bir yerine değil, tamamına bakınca farkedebiliyorsunuz!

Ürkütücü ama galiba gerçek! Kitaplarda yazılı, son derece basit, sıradan gereklilikleri yeniden öğreniyoruz; vaktiyle sahip bulunduğumuz bir şuur katını, bir maharet derecesini yeniden keşfediyoruz.

Sanki, yıllardır ziyaret etmediği taşradaki memleketinin sokaklarını, hatta doğup büyüdüğü evi tanımakta güçlük çeken birinin acemiliği var üzerimizde. Unuttuğumuzu el yordamıyla arıyoruz; tabiatıyla ayağımız bir yerlere takılıyor, yüzükoyun kapaklanıyoruz; elimiz yüzümüz bereleniyor. Harita, plan, kroki kullanmayı, daha fenası bir kibrit çakmayı, bir fener tedarik etmeyi, mekâna (olaya) ışık düşürmeyi çoğu zaman iş işten geçtikten sonra farkedebiliyoruz. Teorik birikimin kıymetini inkar edercesine pratiğe ağırlık vererek her adımda tökezlemek, gözümüze daha hoş görünüyor.

Hafızasını kaybettikten sonra yeniden hatırlamaya çalışan birinin tabii sarsaklığı var üzerimizde; yerli filmlerde sık tekrarlanan bir temadır bu: Kahraman evvela bir yerden düştüğü veya bir araba kazasına uğradığı için hafızasını kaybeder; sonra günün birinde bir başka kaza ile hatırlamaya başlar, görmeyen gözleri açılır: "Görüyorum, görüyorum" repliğini hatırlıyorsunuz değil mi?

Her yıl güneydoğu bölgesinde damdan düşüp hastanelik olan talihsizlerin haberini okur, gülmekle ağlamak arasında bocalarız; çünkü o bölgede iklim sıcak olduğu için ahali yaz mevsiminde düz damlara çıkarılmış kerevetlerde, tahtlarda geceler. Hâliyle yüzde bir nisbetinde de olsa damdan düşme vakaları yaşanır. Bu gibi kazaları önlemek imkânsız değildir, basittir; özellikle aile fertlerinden biri damdan düşmüş evlerde, "geliyorum" diye haber veren bu kazalara karşı doğru dürüst tedbir alınır.

Mesele burada işte; başkalarının uğradığı kaza bizim üzerimizde yeterince uyarıcı bir tesir yapmıyor; bizzat damdan düşmedikçe tedbir almamak bizde neredeyse millî bir davranış şekli halini aldı.

Yine her sene sel yataklarına inşa edilmiş bir kaç ev, sellerde yıkılır, can kaybı olur, facialar yaşanır ama bu facialardan hiç biri, evini sel yataklarına, heyelâna müsait yamaçlara kurmuş olanlarımızı uyanışa sevk etmez. Âfet gelene kadar uyuşturulmuş gibi bekler veya çok çok; "devlet bize yeni ev yapsın, taşınalım" temennisini seslendirmekten öteye geçmeyiz.

Kişilerin vurdumduymazlığını kurumların da tekrarlaması bu yüzden şaşırtıcı olmuyor. Kanalizasyon tamiratı veya çalışması yapılan yerlerde alınması gereken tedbirler bellidir; bu tedbirlerin neler olduğunu belediyelerin teknik ekipleri bilirler ama bu garip bir bilgidir; kuvveden fiile geçmez pek. Bilinir ve uygulanmaz; uygulanmadığı için nihai tahlilde o bilgi yok hükmündedir.

Şehirlerarası yollarda bazen yolun tam orta yerinde bırakılmış iri taşlar görürsünüz ve anlarsınız ki kamyonun biri tam da bu noktada arızalanmış ve kamyon şoförü tarafından "diğer araçları uyarmak maksadıyla" aracın etrafına iri taşlar dizilmiştir. Arıza giderilince kamyon yoluna devam etmiş ancak o taşlar yerinde kalakalmıştır. O şoförü bulup, "yaptığın yanlış değil mi?" diye sorsanız yanlışı kabul eder, taş yerine plastik reflektör koyması gerektiğini bilir ama yapmamıştır nedense...

Kanalizasyon çukurunu kapatmadan çekip giden belediye görevlisi de aynı şuur katındadır (bulanıklığında demeliydik) işte.

Aynı şuur bulanıklığını yıllarca "kurumların kurumu" niteliğini taşıyan devlet bile göstermiştir: Şehirlerin çevresindeki kamuya veya özel mülkiyet altındaki boş arazilere gecekondu yapılması, "anlık" ihmâllerle açıklanamaz; devlet hadiseyi görmüş ve görmezden gelmiştir; belediyeler tarafından pıtırak gibi yayılıveren gecekondu bölgelerine yol, su, ulaşım hizmetleri götürülmüş, telefon ve elektrik hizmeti sunulmuş, hemen ardından çıkarılan imar afları ile oldubittiler, meşru hale getirilmiştir.


Bu gibi aksaklıklar kuralla çözülür; evvela bir kural konulur ve o kurala itaat edilir. En azından toplumsal şuurun bulanıklaşmadığı yerlerde problemler böyle çözülmektedir. Bizde durum şöyle cereyan eder: Kural konulur, bu kurala bazıları uyar, bazıları cesaretle kuralı ihlâl eder. İhlâlciler, kural koyanlar tarafından takib edilmez, ayıplanmaz ve cezalandırılmaz; cezalandırılsa bile mağduriyeti en kısa zamanda giderilir; böyle olduğu için konulan kurala itaat etmek masraf artırıcı, enayice, saçmasapan ve mantıksız bir eyleme dönüşür.


Bu durumu hiç bir fıkra, şu Temel fıkrasında olduğu gibi anlatamıyor: Bir gece yarısı Temel'le muavini kamyonla giderken "gabari" standartlarına uygun bir köprü altına gelirler. Kamyonun yükü, köprü altından geçmesi imkansız derecede yüksektir. Muavin arabadan inip sağı solu kontrol eder ve Temel'e,

-Devam edelim kaptan, der; "ortalıkta kimseler yok!"


Ama köprülerin gabari yüksekliği, fizik kuralları gibi hiç değişmemektedir; heyelânlı yamaçlara kurulan evler bir gün göçecek, usulüne uygun şekilde kapatılmayan çukurlar bir gün birinin canına mal olacak, vasıfsız beton ve az demir kullanılan inşaatlar çökecektir.


Gelelim işin sosyolojik izah kısmına: Köylü nüfusun şehirleşmesi, tarım alanlarında zıraatın modernleşmesi, şehirlerin yeni göç dalgalarını emerek köy hayatına göre daha karmaşık ve teknik kurallar ihtiva eden şehir düzenine intibak ettirilmesi dünyada ilk defa bizim başımıza gelen bir hadise değil. Batı Avrupa bu safhaları bizden çok önce yaşadı; benzer sıkıntılar orada da görüldü, hatta bize göre çok daha sert, hatta vahşi diyebileceğimiz tablolar yaşandı. Bu süreç, batıda kuralların (kanun, gelenek, yönetmelik veya terbiye) üstünlüğüne itaat fikriyle aşıldı. Kuralların etrafından dolaşarak küçük kurnazlıklara tevessül etmek bu süreci uzatır; itaat kısaltır.

Türkiye'nin nüfusu çok hızlı şehirleşiyor; ne var ki şehirler kendi nizam ve düzenini yeni nüfusa kabul ettirmekte zorlanıyor. Politik bünyeyi kısa sürede etkilemeyi başaran yeni şehirli nüfus, kendisine kural çiğneme veya kuralların etrafından dolaşma kurnazlığı imkânı veren düzenlemeler yapacak güce ulaşmış bulunuyor. Bu yüzden şehirlerimiz trafik nizamından komşuluk ilişkilerine, ticari gelenek ve görgüden ortak alanların kötü kullanımına, çevre kirliliğinden yükselen suç dalgasına kadar karmaşık, bunalımlı bir görüntü sergilemektedir. Bu olumsuz görüntü, "medenilik" iddiamızı tartışılır hale getiriyor çünkü medeniyet denilen şey ancak be ancak şehirlerde yaşanan ve görünür hale gelen bir vasıftır.

Akıllı toplumlar, başkalarının tecrübelerini öğrenip uygulayarak kriz zamanlarını kısaltma marifetini gösterebilirler; bizim gibi çok hareketli toplumlarda ise ortak akıl derinlerden yüzeye çıkma ve böylece bir problem çözme aracı olarak güvenilirliğini isbat etme şansına zor kavuşur; akılsız toplumlar gerekenden fazla bedel öder, nâhak yere acı çeker ama neticede kendi kurallarını oluşturarak denge noktasına vâsıl olurlar.

Biz uzun, kötü, pahalı ve acı yol üzerinden gidiyoruz ve bu çalkantı dönemindeki berbat tercihimizle, "medenilik" vasfımızı kendi elimizle tartışma konusu haline getiriyoruz.

AKLINIZDA BULUNSUN: İSLAM SANATI VE TİTUS BURCKHARDT

Klasik yayınları geçen yıl, meşhur âlim Titus Burckhardt'ın çok önemli bir eserini Türkçe'ye kazandırdı. Değerli bilim adamımız Turan Koç'un tercüme ettiği bu eser, sanat tarihiyle ama özellikle İslâm sanatlarının doğuşu konusu ile ilgilenen herkesin mutlaka incelemek ve kütüphanesinde bulundurmak isteyeceği nitelikte bir kitaptır. Bu eseri yayın dünyamıza ve irfanımıza kazandıranlara amatör bir sanat tarihi meraklısı sıfatıyla minnet borçluyum.


Kaynak (Arşiv)