Halk irâdesi kutsal mıdır?

Bilmem hangi seçim mağlubiyetinden sonra İsmet Paşa'nın "nankör millet" diye kahırla söylendiği rivayet edilir; söylemiş midir, söylememiş midir bilinmez ama

en azından İsmet İnönü gibi mantığını duygularına galebe ettirmekle tanınmış bir siyâsinin, kalbinden geçirmiş olsa bile inkisârını alenen böyle bir kelimeyle ifade etmiş olmasına ihtimâl verilemez. Ne var ki YDP lideri Hasan Celâl Güzel, partisinin 18 Nisan seçimlerinde aldığı sonucu hayal kırıcı bularak sert bir beyanatla partisini kapattığını ve siyâsi hayatına son verdiğini ifade edince, basında bu tutumunu eleştiren yorumlara tesadüf ettik.

Halkoyunun asla yanılmayacağı ve onun her tercihinde ince hikmetler bulunduğu yolundaki kanaat, klasik kültürlerden kaynaklanıyor. Roma geleneğindeki "Voix populi, voix Dei" müteârifesi, İslâm kültürüne "Halkın sesi, Hakk'ın sesidir" diye aksetmiş. "Efendimiz"in aynı mânâyı işâretleyen "Benim ümmetim dalâlette ittifak etmez" hadis—i şerifini de bu meyanda zikredebiliriz. Bu mânâ günümüzde demokratik teoriye de tıpatıp oturuyor; "Millî irâde"nin üstünlüğü, sadece seçmen çoğunluğunun irâdesini matematik galebe ile izah edilmekle kalmıyor, çoğunluğun irâdesine yarı kutsanmış bir doğruluk da izâfe ediliyor. Halkın tercihlerinin asla kritik edilemeyeceği yolundaki yaygın kanaat, işte buradan doğuyor olmalı

Müteârife, doğruluğu, hakikati apaçık meydanda olduğu için ayrıca isbatı gerekmeyen kabul anlamına geliyor; nâm—ı diğer aksiyom. İyi de halk irâdesinin yanılmazlığı niçin bir müteârifedir veya kısaca halkın ara sıra yanıldığı olmaz mı?

Bu yazı, işbu sual hakkındadır.

Hasan Celâl Güzel yanlış yaptı mı?

Artık siyâsi hayatımızdan çekilen Yeniden Doğuş Partisi'nin lideri Hasan Celâl Güzel, "bu halk için riske girmeğe, fedakârlık yapmaya ve siyaset gömleğini giyinmeye değmezmiş" meâlindeki sitemkâr bir final konuşması yaptığı için eleştiriliyor ama meseleye Sayın Güzel'in nokta—i nazarından da bakmak gerekir. Hasan Celâl Güzel, 28 Şubat sürecinin en kesifleştiği günlerde hukukun üstünlüğünü, güçler ayrılığı prensibini, yargının bağımsızlığını tek başına cesaretle savunmuş ve eminim ki onun gibi düşündüğü halde, onun gibi konuşmayı reelpolitiğe aykırı bulan çok geniş bir kitle tarafından zımnen (yâni kalben) desteklenmişti. Tabii Hasan Celâl Güzel bu fikirleri savunurken sözü yuvarlamak gereği duymadan açık adres ve isimler vererek konuşmuş ve bu yüzden mahkemelerde, suçun sübût bulması halinde bir değil, bir kaç Hasan Celâl ömrünün kifâyet etmeyeceği miktarda hapis cezası talebiyle dâvâya muhatap olmuştu. Çoğumuzun yaptığı gibi, "her doğruyu söyleme fakat her söylediğin doğru olsun" düstûruna sığınarak sükûtu ihtiyar etseydi, mutlaka kendisi için daha hayırlı bir iş yapmış olacaktı. Hasan Celâl Güzel susmak yerine konuştu, hakkında dâvâ açıldıkça doğru bildiğini söylemeye devam etti ve eğer yanılmıyorsam sâbitleşen ilk "cürm"ünden ötürü önümüzdeki günlerde hapishaneye girecek; hakkında o kadar dâvâ var ki, oradan ne zaman çıkabileceğini şimdiden kimse kestiremez.

Sayın Güzel'in bence tek kusuru, "beni ya hapishaneye göndereceksiniz, ya da Meclise" beyanında bulunmasıydı. Konuşurken milleti için konuştuğuna şahsen eminim ama bu cümleyi sarfettikten sonra verdiği mücadele, sanki milletvekili olmak için uğraşıyormuş rengine büründü. "Milletvekili olmak istemek ayıp mı?" diye sorabilirsiniz haklı olarak; elbette değil ama söylemeseydi daha iyi olurdu sanıyorum. Belki de halkı, kendi durumu hakkında bilgilendirmek için kendine göre mâkul bir kampanya yürüttükten sonra seçilemeyince perdeyi huşûnetle indirdi Hasan Celâl Bey. Birileri belki, "sana mı kalmıştı Don Kişotluk etmek" diye gevrek gevrek güldüler, belki birileri Sayın Güzel'in çoğulcu demokrasi adına yaptıklarını hayalinden bile geçiremeyeceği için incinen vicdânı, "oh olsun, bu memlekette senden başka demokrat kalmamış mıydı?" diye sevindi.

Fakirsen aklından bile geçirme!

Türkiye'de Hasan Celâl Güzel'i tek başına milletvekili seçmeye yetecek kadar seven ve destekleyen elbette vardır ama bir partinin genel başkanı olmak, seçime bağımsız girmesini ahlâken imkânsız hâle getiriyordu. Bu durumda YDP'nin barajı geçmesinden başka ihtimâl yoktu ve seçmen YDP'ye bu krediyi tanımadığı gibi %1 nisbetini bile esirgedi.

Peki, bu davranışa "nankörlük" denilebilir mi?

Bu kelime, böyle bir durum için hayli sert sayılır ama YDP ve Hasan Celâl Güzel örneği, seçmen davranışlarını tahlil bakımından dikkate değer nitelikler taşıyor; seçmenin, nihai karar ânında genellikle pragmatist davrandığını söylemek mümkün; seçmenin son tahlilde güce, statü işaretlerine ve muktedirlik belirten alâmetlere saygı duyduğunu söyleyebiliriz. Sadece milletvekili seçilmek değil, siyâsi partilerin karar ve yürütme uzuvlarında görev almak bile hatırı sayılır miktarda iktisâdî güce ve onaylanmış ilişkiler desteğine ihtiyaç gösteriyor. Kısaca şunu söylemek mümkün: Çevresinde ne kadar iyi tanınsa, kendini ne kadar iyi yetiştirmiş olsa, eğitimi ve ahlâkî meziyetleri ne kadar mükemmel olsa da gariban ve yoksul bir kişinin siyâset basamaklarında yükselmesi fiilen imkânsız. "Şimdi rağbet güzel ile zengine" değer hükmü, ne yazık ki, sadece bir türkü sözünden ibaret değil. Böyle niteliklere sahip bir kişi, parti uzuvları tarafından adaylığa lâyık görülse bile, seçmenlerin bu tercihi onaylayacakları şüphelidir. Galiba Türk seçmeni, seçeceği kişinin vasatî itibarla "içlerinden birisi" olmasını pek hoş karşılamıyor veya şahsî zaaf işareti sayıyor; "kendine hayrı yok ki bana hayrı dokunsun" yargısının doğruluğunu en iyi bilenler, başta seçilenler olsa gerektir.

Ya "demokrasi fidelikleri"nin durumu?

İşin dikkate alınması gereken bir başka yönü, küçük partilerin önüne bir kâbus gibi dikilen "psikolojik baraj" faktörüdür. Söz konusu olan %10'luk Türkiye barajı değil, küçük partilere ilgi ve sempati duyan seçmenin, "iyi ama nasıl olsa barajı aşamazlar, aşsalar bile bu kadro ile başarılı olamazlar" şeklinde geliştirilen psikolojik mahkumiyettir. Son derece ilginç, dikkate değer ve emek mahsulü programlar geliştirmelerine rağmen %1 nisbetinin altında debelenen partilerin, siyâsette esâmisi okunmuyor. Bu yüzden, büyük partilerin, dipten gelen bu önemli dalgayı bir tehdit olarak algılamaması, netice itibariyle siyâsî iklimimizi fukaralaştırıyor: Okur—yazarlar arasında hayli rağbet bulan Liberal Demokrat Parti'nin başarısızlığı, sadece LDP'nin değil, siyâset iklimimizin de zarar hânesine yazılmalıdır. Kezâ Türkiye'de sosyalizmi güleryüzlü çehresiyle yeniden tervic etmek isteyen ÖDP'nin %1'in altında kalması da ümit kırıcı bir gelişme olarak görünüyor bana. Zor zamanda kimselerin yeltenemediği bir medenî cesaret göstererek 28 Şubat sürecini tenkid eden YDP ise, bu yükün altından doğrulamadığı için kapısına kilit asmak zorunda kaldı. Sonuçta yine adı büyüğe çıkmış partilerin mat, donuk ve beylik siyâset üslûplarına mahkûm kalmamız kayıp değilse nedir?

Demek ki (iyi insanlar+iyi fikirler) toplamı, siyasette önü açık bir parti anlamına gelmiyor; bu kadarcık nükteyi sezen nice kabiliyetli insanın, büyük partilerde siyaset yapmak için idealizmi tercih etmek yerine inceltilmiş taktiklerle büyük partilerde kendilerine kulvar aramalarını da bir kenara yazmalı.

Bilmiyorum artık şikâyet edip durmaya hakkımız var mı; siyâsetin soluduğu hava, böyle bir kapalı devre içinde nasıl tazelenir, kırk yıldan beri aynı yüzleri görmekten usandığımız siyaset sahnesinde yeni ve genç aktörler nasıl yer bulabilir? Madalyonun öbür yüzünü de görmeli; "halk irâdesi yanılmaz", "seçim sonuçlarında elbette nice kerâmetler vardır" gibi sözler, bana göre tenkid cihazının mühim bir kısmını battal hâle getirmekten başka hiçbir işe yaramıyor.

Erdem; herkes için ve daima!

Seçim sonuçlarının kerâmeti, kendisinde değil, tıpkı Bâtınîler gibi harflere ve sayılara esoterik mânâlar yüklemeyi alışkanlık haline getirmiş siyâset esnafımızdan menkûl olsa gerektir. Halkın belirlediği seçim sonuçları zamanla değiştiğine göre "mutlak" niteliği taşımıyor; öyleyse yanılma ihtimâli de vardır; aksi takdirde son birkaç seçimden sonra ortaya çıkan siyâsî istikrarsızlık tablosunu bizatihi halkın murad ettiğini kabul etmek gerekecektir.

Demokrasinin en büyük kusuru, herkesin aynı derecede "fâzıl" davranmasıyla mümkün olabilecek bir âhenge dayanmasıdır; erdeme bu kadar ihtiyaç duyulan bir ortamda erdemsizliklerin görünmesini tabii karşılamak lâzım; bu nokta mühim çünkü bütün kusur ve üstünlüklerine rağmen demokrasilerde şarlatanlık ve şarlatanlar hiç eksik olmayacaktır. Halkın kanaatlerini besleyen bilgi kaynakları sâlim değilse, halk irâdesinin selâmetle tezâhür etmesi nasıl beklenebilir ki?


Kaynak (Arşiv)