Haydi, gülümse biraz!

Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra Türk toplumunun yaşadığı sevinç, bence iki hakikatin altını çiziyor; ilki, Türk devletinin onbeş seneden beri bir türlü ele geçiremediği bir başbelâsını başarılı bir operasyonla yakalayarak topluma "güven" vermesidir.

Böyle bir başarı gösterisine sadece devletin değil, toplumun da ihtiyacı vardı; özellikle operasyondan iki gün önce Afyon Cezaevi'nde vukubulan çete infazı, toplum nezdinde devletin güvenilirliğini önemli ölçüde zedelemişti. Öcalan'ın derdest edilmesiyle toplum yeniden devletine karşı güven tazeledi. Toplumun yaşadığı ikinci ve en az ilki kadar önemli duygu, Öcalan'ın yakalanmasını izleyen süreçte PKK hareketinin ve "Güneydoğu meselesi"nin sona ereceği yolundaki beklentiydi.

İlk günlerde yaşanan sevincin yarattığı iyimserlik artık yerini sağduyu ve soğukkanlı değerlendirmelere terk ediyor; çetebaşının yakalanmasıyla Güneydoğu meselesinin gündemden kalkacağını kimse iddia edemez. O halde şimdiye kadar yapılmış olandan daha fazla birşeylerin yapılması gerekiyor. Pişmanlık kanununun çıkarılması, Güneydoğu'ya devlet destekli yatırımlar gibi tedbirler daha önce de uygulanmış ama yaraya şifâ olamamıştı.

Benim nâçiz kanaatime göre Türkiye'de "PKK veya Güneydoğu meselesi" tek başına ele alınarak çözümlenemez. Türkiye'de devlet—toplum ilişkilerinden doğan sürtüşmelerin çözümü, tek başına bir coğrafi bölgeyi veya etnik bir topluluğu odaklamaktan değil, tam aksine devletle toplum arasındaki ilişkileri belirleyen hukuku yeniden tanzim etmekten geçiyor. Eğri oturup doğru söylemeli; bu ilişkileri zedeleyen taraf, toplum değil, bütün kurumlarıyla devlettir.

Siyasi tarih, başlangıcından bugüne kadar devletin hâkim, egemen ve güçlü, toplumun ise itaat eden, ancak devletin izin verdiği hürriyetleri kullanabilen ve zayıf karakterine işaret ediyor. Halbuki kitâbî akıl yürütmede, devletin varlığını ancak topluma borçlu olduğu, toplumun içindeki bazı fertlerin biraraya gelerek devletin tüzel kişiliğini meydana getirdiklerini herkes bilir ve kabul eder. Ne var ki devlet, kendi hukukunu toplum üzerinde kabul ettirebildiği andan itibaren bizzat kullandığı gücü toplumla paylaşmak konusunda hasis davranagelmiştir. O noktadan sonra devletin tüzel kişiliğini temsil eden fertler, yönettikleri topluluğun kendileri kadar olgun, hakşinas ve bilgili olmadığını varsayarak ellerinde bulundurdukları yönetim yetkisini azaltmaya rıza göstermemişlerdir. 19. yüzyılın ikinci yarısında bazı Batılı toplumlarda bu eğilimi tersine çeviren küçük ve anlamlı atılımların görülmesiyle 20. yüzyıl, toplumun devlet karşısında daha güçlenmesini amaçlayan bir seri gelişmeye sahne oldu. Krallıklar cumhuriyetlere, baskıcı yönetimler daha hürriyetçi düzenlemelere, otokrasiler demokrasiye dönüşmeye başladı.

Bu sürecin en kritik noktası, devleti yöneten seçkinlerin, toplumu yönetime ortak kılmada güvensizlik göstermesidir; en hafifinden "bu hakkı verelim ama, bu hakkın kullanılması devleti zayıflatır" endişesi, devlet seçkinlerinin yetki tamahkârlığına yol açtı.

İşte Türkiye böyle bir kritik dönemeçte bulunuyor: Topluma devredilecek yeni hak ve hürriyetlerin, devletin birliğini, bütünlüğünü ve gücünü zaafa uğratacağı yolundaki korku, devlet seçkinlerini âdeta esir almışa benziyor ve işte bu yüzden Türkiye, neredeyse bütçeye hiç yük teşkil etmeyecek o büyük siyâsî hukuk reformunu bir türlü gerçekleştiremiyor. Bu noktada toplumun talebi dünya üzerinde eşi—menendi görülmemiş siyâsi haklara erişerek bir "ilke imza atmak" değil; Batı demokrasilerinde topluma hangi haklar tanınıyorsa o kadarı.

Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası, kaşıkla verdiğini sapıyla çıkaran bir siyâsi hukuk sözleşmesi olması bakımından, Türkiye'de devlet seçkinlerinin topluma duyduğu güvensizliği açıkça ortaya koyuyor; temel hak ve hürriyetleri tarif eden kısma baktığımızda neyi kasdettiğimi göreceksiniz; bir veya iki satırla verilen bir temel hakkın, hemen akabinde onbeş yirmi satırlık bir metinle sınırlandırılması, sözünü ettiğim güvensizliğin mükemmel nümûnesidir. Kezâ kişiye verilen hakların, anayasa tekniğinin ruhuna aykırı olarak kanunla geri alınması gibi örnekleri de kaydetmek gerekir.

Gelelim işin "korku" faslına. Gerçekte bu toplum, kendisine tanınan hakları "davulcuya—zurnacıya" kaptıracak kadar olgunluktan uzak mıdır? Eğer gerçekten öyle ise "bâ'de harab'il—Basra!"; ne kendimizi aldatalım, ne de başkalarını. Devlet seçkinleri, kendi toplumlarına güven duyuyorlarsa, ülkede "devlet—toplum" ilişkilerini travmaya uğratan onca "polis devleti" uygulamasının ne anlamı var? Türkiye'de tercih edilen yolun, bu iki tercihin ortasında yer alan şarkkârî bir kurnazlık olduğunu hepimiz biliyoruz. Devlet seçkinleri bir yandan Türk toplumunun eşsiz sağduyu ve olgunluğunu dilden düşürmezken, topluma devredilecek her türlü hak ve yetki konusunda izaha sığmaz bir endişeyle hareket ediyorlar.

Güneydoğu meselesi, devletin bu konudaki endişelerini "Turnosol Kağıdı" gibi açığa çıkaran bir sosyal problemdir. Türkiye'nin bir kısmını bölmeyi amaçlarken şiddete başvuran bir akımla mücadele etmenin mantığı var ve Türk toplumu bu mantığı onaylıyor ama temel hak ve hürriyetlerine, Batı standartlarında olsun sahip çıkmak isteyenlere karşı bölücü muamelesi revâ görmek yanlış. İşte bu mânâsız ısrar yüzünden Türkiye'de devlet—toplum ilişkileri, son tahlilde her iki tarafın da aleyhine tecelli edecek tarzda zedeleniyor. Öcalan gibi bir şahsiyet zaafına kul—köle olacak derecede şartlanmış ve bu uğurda kan dökmeyi bile göze almış küçük bir azınlık dışında ben Türk toplumunun, genetik hâfızasında mevcut bulunan tarihî insiyaklerin doğrultusunda "bölünme" gibi bir çılgınlığı asla kabullenmeyeceğini savunuyorum. İşte bu yüzden Öcalan'ın yakalanmasıyla başlayan süreçte durumu iyileştirmek için devletin kullanmayı düşündüğü inisiyatifin, sadece Güneydoğu ile sınırlı kalmamasını, bütün topluma bayram sevinci yaşatacak bir "siyasi hukuk reformu" ile başlanması gerektiğini düşünüyorum.

Bir devlet, yönettiği toplumun tamamını veya bir kısmını açık veya potansiyel tehlike olarak gördüğü müddetçe sosyal buhrandan kurtulamaz; eğer "sosyal buhran", kolay yönetimin bir cihazı olarak öngörülüyorsa o başka; o noktada akan sular durur ve galiba Türkiye'de olup—biten de budur; akan suları durdurmak.

Türk toplumu kadar "devlet" kavramına saygı, hattâ saygıyı bile aşan bir kudsiyet izâfe ederek yaklaşan başka bir toplum gösterilemezken, devletin topluma hâlâ "mahcur" muamelesi yapması, yani kendi hukukunu kendi irâdesiyle kullanamadığı için bir "vasî"nin gözetimine ihtiyaç duyan birisi gibi davranması, olsa olsa devlet katındaki sosyolojik bilgi ve birikim eksikliğine işaret eder. Bu zevâta göre ilmin yeri ve irtifâı herhalde mektep veya üniversite ile sınırlı olsa gerektir. İlimden devlet yönetiminde istifade edilmiş olsaydı, herhalde bunca zamandır bir bardak suda koparılan fırtına yüzünden, bizzat yarattığımız krizlerde bunalma noktasına gelmiş olmazdık. Halbuki dağa taşa "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir" vecizesini yazmaktan ibaret gören bir yönetim anlayışına sahibiz. Garip!

Haydi, somurtmayı bırakın; gülümseyin biraz!


Kaynak (Arşiv)