Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"Helâl", dinin kurallarına aykırı olmayan, dince yasaklanmamış olan; haramın zıddı olan şey (Britannica). Devellioğlu'nun muhalled lugâtinde helâl'in karşılığı hemen hemen aynı. Helâl, bir dinî kavram ve bu yüzden onun "din kuralına uygun olan" tarifini bir yerde tabii karşılamak gerek.

"Din kuralı" tâbiri bazı çevrelerde peşin alerji uyandırıyor; üstelik bir lügatte daha fazla ayrıntı verilmesini de bekleyemeyiz; ama yine de her kişide "helâl"in bütün problem alanlarına uygulanabilir bir anlam nüvesinin mevcut olması lâzım. Belki çok daraltılmış, belki gereğinden fazla genişletilmiş bir yorum olarak görünebilir; ama pek çok problem alanında "helâl" kavramının, düpedüz "emek karşılığında edinilmiş ve meşrûlaşmış şey" olarak karşılanması gerektiğini düşünüyorum. Emek, insan için kendi gücüyle ortaya koyduğu ve biçimlendirebildiği üretim gücünün ve niyetinin adıdır. Daha kestirme bir söyleyişle helâl, emek karşılığında edinilmiş olan şeydir. Beni bu anlamlar dizisine götüren nükte, Necm Sûresi'nin 39. âyeti: "Ve insana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecektir" (M. Esed meâli); "Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur" (Y. N. Öztürk meâli); "İnsan emek ve gayretinin neticesinden başka bir şey elde edemez." (Suat Yıldırım meâli); "Doğrusu insanın sa'yinden başkası kendinin değil." (Elmalılı meâli). İşte mânâ böyle tavazzuh ediyor; kazanılan veya inşâ olunan değerin karşılığı emektir (sa'y). Kıymetleri, insan emeği cinsinden bir endekse bağladığımızda bu tarifin modern iktisat teorisindeki karşılığı iktisâden daralma ve küçülme anlamına gelir. İnsanın emeği karşılığı ile tedâvüldeki bütün iktisâdi kıymetler mukayese edildiğinde büyük bir dengesizlik göze çarpacaktır zira dolaşımdaki iktisadi değerler, bu değerler için harcanmış olduğu farz edilen emeğe nisbetle devâsâ büyüklüktedir; yâni modern iktisâdi hayat emek=değer dengesini hiçe sayan bir "itibâri değer" fazlası ile yürüyor.

Yürüyor mu?

İktisatçılar, böyle paldır-kültür bahçelerine dalıverdiğim için beni hoşgörsünler; okuyucular ise standart gazete okuyucusunun asla dikkatini çekmeyecek bir dille ifade edilmiş bu ifâde-i merâmın kusuruna bakmasınlar; yer darlığı, kesif ifâdeyi gerektiriyor; ama etrafımızda olup biteni, mümkün-mertebe doğru bir teorik zemine dayandırmanın başka çaresi yok: Kravatlı ve smokinli hırsızların bankalardan çaldığı para, aslında emek=değer dengesinin insafsızca istismar edilmesinden türetilmiş itibari paradır ve içindeki pek az miktarının emek cinsinden sahici bir değer taşıdığını ileri sürebiliriz. İktisâdî büyüme, bir mânâda para hacminin de büyümesidir. Bu mantığa göre meselâ "Türkiye geçen yıla nisbetle % 4 büyüdü." cümlesinden çıkması gereken mânâ, biz Türklerin geçen yıl içinde toplam hâsılaya nisbetle % 4 civarında daha fazla emek sarf ettiğimiz ve değer ürettiğimiz şeklinde yorumlanır. Bünyevî bakımdan üretkenliği düşük bir toplumun büyümek yerine küçülmesi akla uygundur; böyle bir ortamda iktisâdî büyüme kaydedilmiş ise bu, ancak bir başkalarının ürettiği değerleri -emâneten de olsa- kullandığımız demek olur (yani dış borç). İç borçlanma denilen şey ise kısaca gelecek nesillerin üreteceği değerleri -piyasa tâbiriyle- "kırdırmak"tır. Borçlanmanın mantığı var; borç alınan değer ile ek üretim kapasitesi yaratıp, borcunuzu kapatabilirsiniz; ama itibâri para ile yani bankacılık sisteminin imâl ettiği -emek cinsinden karşılığa sahip olmayan- para ile büyümeye kalkışmak ve ilânihâye bu mekanizmayı kullanarak iktisadi yapının sağlıklı kalabileceğini ummak hayâlden de öte yalandır.

Türk ekonomisi, Türk toplumunun ürettiği sahih değerler karşılığında sahih bir büyüklükle denkleştirilecek olsa, bundan hepimiz muzdarip oluruz; çünkü böyle bir işlemin kaçınılmaz akıbeti, ekonominin küçülmesi ve büzülmesidir. Halk arasında "azıcık aşım, ağrısız başım" benzetmesiyle ifade olunabilecek bu sahihliği göğüslemeye, yani kendi hakikatimizle yüz yüze gelmeye hiçbirimiz hazır değiliz. Tüketim alışkanlıklarından geriye dönüşü, modern toplumlar en azından onur kırıcı bulurlar: "Attan inip merkebe binmek", tüketim kalıplarını daraltmak, refah seviyesini asgari hadlere çekmektense ekseriyetimiz kargaşa çıkarmak pahasına isyânı tercih eder. Böyle bir işleme hiçbir siyasi kurum teşebbüs edemez; onlar daima "Kervan yolda düzelir" mantığıyla idare-i maslahat ederek zahirî ve itibarî değerler üzerinde tir tir titreyen iktisâdî dengeleri ayakta tutmaya çalışırlar.

Yılda bir milyon dolar kazanan bir rantçı ile bütün yılını günde sekiz saat çalışarak geçiren bir işçinin emeği mukayese edilemez; işçinin emeğiyle ürettiği değeri (diyelim ki 10 bin dolar) sahih kriter kabul ettiğimizde rantçının elde ettiği değeri, emek cinsinden izah edemeyiz; onun ya başkalarının emeğini sömürmesi, ya da itibari para üreten mekanizmalardan birinde avantajlı bir pozisyonda bulunması gerekir ki netice itibariyle bunlar pek de farklı şeyler değil.

İtibari para ile büyümeye çalışmak, çatal yerine jiletle yemek yemeye çalışmak gibi bir şey; çok titiz, dikkatli ve kısa dönemler için tercih etmek gereken bir iktisadî aracın "mûtad" hale getirilmesinin en küçük sonuçlarından birisi, bankacıların kendi bankalarını soymalarıdır; daha büyüklerinden hafazanallah!

Hırsıza 'hırsız' diyelim, emekçiye de 'emekçi'; ama üretimin özendirilmediği, üretim ahlâkının yaygınlaştırılmadığı bir iktisadi tabloda hırsızlar çalmak için milyarlarca dolarlık "itibari" parayı nereden buluyorlar acaba? Bu parayı bizim iktisadi sistemimiz üretiyor; eğer çalınan paralar, hakikaten Türk toplumunun emeği karşılığı elde edilmiş sahih değerler olsaydı, böyle kolay kolay şuna buna peşkeş çekilebilir miydi?

Yara derinde; yaranın en derin yerinde bizim "hakikat"e verdiğimiz anlamın karşılığı yatıyor. "Helâl"i sadece dinî kurallara uygun olan şey diye tarif etmenin bedelini ödüyoruz, belki de. Cemil Meriç "Kamûs nâmustur." derken neyi kasdediyordu dersiniz? Lugâtten kavramları göçürürseniz, günün birinde değil zırhlı kasalarda emanet para saklayabilmek, kendi elinizle inşâ ettiğiniz hapishanelere bile söz geçiremez hale gelirsiniz. Kavramlar giderse, kendi dünyalarını ve anlamlarını da götürürler; başımıza gelen özetle budur; en azından iktisâdi hakikatlerin uzun süre iğfal edilemeyeceğini öğrenebildik mi?