Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Çoğu insan için musiki bir tüketim metâıdır; ömürleri sadece başkaları tarafından yapılmış musiki eserlerine dinleyici sıfatıyla temas etmekle geçer.

Bu metaın tüketicisi olmayı, tamamen edilgen bir tavır olarak nitelemek insafsızlık olur çünkü ömrü boyunca kitaba uygun tarzda bir "lâ" sesi çıkaramamış, kendi kendine basit bir melodi olsun mırıldanmamış biri bile esasen bir mûsiki vâsıtasıdır ve kaçınılmaz olarak kendi musikisiyle temas edeceği ânı arayıp durur. Bu mânâda musikiyi sesle, sesin tenâsübü veya fiziği ile ilgili bir ilim veya sanat saymak eksik bir târif olur. Ne var ki bu kabul, ilk cümlenin hükmünü ıskat etmiyor; çoğumuzun ömrü, içerde bir yerlerde barındırdığımız ahenk ve güzelliğin farkına varmadan, onu tanımadan ve onu tasarruf etmeden geçip gidiyor.

Musiki hakkında yazılmış eserler, edebiyatımızda diğerlerine nisbetle daha mütevazı bir raf işgal ediyor; popülariteye hitab etmedikçe musiki anafikirli bir dergi çıkarmak, en azından yayıncının nokta-i nazarından hiç de câzip bir fikir olmasa gerektir. Gazetelerde musikiye tahsis edilmiş köşeler bulmak da nâdirattan sayılır; piyasaya yeni sürülen CD ve kaset albümlerin tanıtılması dışında musikiyi konu edinen fikir yazılarıyla pek temâsımız olmuyor. Aksiyon dergisini bu kapsamın dışında tutmalıyız zira iki kıymetli musikişinasa, Yalçın Çetinkaya ve Cinuçen Tanrıkorur'a münavebe ile sütunlarını tahsis etmesi, bu dergiyi diğerlerinden farklı kılan bir hususiyettir (Bilvesile, merhum Bekir Sıtkı Sezgin Beyefendi'nin ciddi iştirakleri ile seksenli yıllarda neşredilen "Kök" dergisini de zikretmeliyiz).

Cinuçen Tanrıkorur'a sadece musikişinas demek yetmiyor; bundan daha fazla bir şey o. Musiki üzerine düşünen ve düşündüklerini selis ve pırıltılı bir Türkçe ile yazıya kalbedebilen bir fikir adamı Cinuçen Bey. Güzel Sanatların mimarlık şûbesinden mezun olduğunu öğrenmek benim için sürprizdi ama, sanatın herhangi bir şûbesinde ustalık pâyesine hakkıyla erişmiş bir insan için diğer şûbelerin "amcaoğlu" mesâbesinde âşina kompartımanlar teşkil ettiğini bilenler için bu bilgi hiç de şaşırtıcı değildir. Bestekâr, ud icrâcısı, nazariyatçı, münekkid, polemikçi, ilim adamı, yazar, mimar ve aydın: Bu vasıfları sayın Tanrıkorur'a izâfe eden isim, işbu vasıfların kalitesi hakkında tek başına sağlam bir referans teşkil edecek kadar ciddi bir ilim adamı ve musikişinastır. Radyo emisyonlarından hatırladığımız o ünlü klişe ismiyle Doktor Alâeddin Yavaşça. O halde kesinlikle emin olabilirsiniz ki karşınızdaki zât, eski devirlerin o leziz ve mânidar tâbiriyle tam bir "hezarfen"dir.

Hezarfen deyip geçme

Hezarfen deyince bir lâhza duralım; büyük medeniyetler, klasik çağlarında hezarfen denilen âlim ve sanatkâr tipine revaç vermişlerdir; eski Yunan hükemâsından İslâm âlimlerine, batının yaşadığı ortaçağdan Osmanlı, İran, Hind ve Çin coğrafyasına, oradan yakın zamanlara kadar hezarfenler tarihî zamanların en çok saygı ve ihtiyaç duyduğu insanlar oldular: XVI. asırda yaşayan ünlü Japon samurayı Miyamoto Musashi'den İbn-i Sinâ'ya, Leonardo Da Vinci'den Farâbî'ye, Benjamin Franklin'den Necmeddin Okyay'a kadar farklı yer ve zamanlarda yaşamış daha nice insanın müşterek vasfı "hezarfen"liktir; Hezarfen, kendini ihtisas kompartımanına hapsedip, hayatın, san'atın ve ilmin diğer şûbelerine karşı bütün dikkatlerini köreltmiş modern insan tipinin tam zıddını temsil eder; hem ilim, hem san'at sahibidir ve çoğunlukla birkaçtan çok daha fazla hünere sahiptir. Modern anlayış, kemençe çalan doktorla, felsefe okuyan polis memuruyla, ekmeğini mühendislikten kazanan dağcı ile içinden dalga geçerken zâlimdir çünkü ekseninde "insan" bulunan bütün faaliyetler aynı aileye mensuptur. Hezarfen, ilim, san'at ve envai hünerin onca farklı dalına merakla eğilirken aslında aynı anafikrin farklı görünüşlerini tedris ve tâlim etmektedir; o, tam bir insandır; vicdânı, kanaatleri, güzellik idrâki, ilmî dikkatleri, "insânî vaziyetler"e karşı geliştirdiği empatik hassaları ile neredeyse kemâlât mevkiindedir. İnsanı, dünyayı, vâkıayı ve bunların aksediş biçimlerini aynı bütünün farklı mâhiyetleri olarak tanıdığı için parçalanmaya uğramamıştır. Ne var ki Hezarfen, XX. yüzyılın aceleci ve açgözlü endüstriyel temposu için hiç de "rantabl" bir insan tipi değildir; soru sorar, önüne konulan cıvatayı sıkmakla, tebabet bilgisini böbreküstü bezlerden birine hasretmekle yetinemez; ilme perestiş ederek bütün muammaları aydınlatabileceğine güvenmez. Daima daha fazlasını diler, parçayı gördüğünde bütünü de farketmek ister ve kısaca o yaşadığı zamanın vicdânıdır.

İyi ki varsınız efendim

Cinuçen Tanrıkorur Beyefendi, sadece Aksiyon'da lezzetle okuduğumuz fıkralarını değil, farklı zaman ve mahfillerde dile getirdiği musiki düşüncelerini de kitap haline getirerek neşretmiş bulunuyor (anlayacağınız Ötüken yine onikiden vurmuş); kitabında hezarfen niteliğinin bütün yansımalarını bulmak mümkün; öğretici, aydınlatıcı, ibret verici, eğlendirici, dinlendirici, dikkat çekici, tenbih edici. Musikiye adanmış bir ömrün serencâmı ve hepsinden mühimi musiki hakkında bir kitap; bâhusus Türk Musikisi. Bir seyahatnâme gibi kolayca okunabiliyor. Kitabın dimağımda bıraktığı son lezzet, musikimizin devlet katında, özellikle milli eğitim kurumlarında mâruz kaldığı o mâhut "Kunta-Kinte" muamelesine karşı isyân oldu.

Cinuçen Bey, varlığıyla (sadece iftihar değil), "güven" duyduğumuz bir insan. Bizim gibi senede bir veya birkaç defa içinde "musiki" kavramı geçen yazı kaleme alanların el yordamıyla eriştiği anlık hükümler yerine tam kırk seneden beri şuurla ve ısrarla vird edindiği bir anafikrin dâvâsını takib eden bir hezarfen. Yahya Kemâl merhumun, "hezar gıbta o devr-i kadîm efendisine" diye vasfedeceği nadidelerden biri. Kırk yılın başında bir kitap neşretmiş; nimettir, okunmaz mı?

Elinize, dilinize, mızrabınıza, fikrinize, muhayyilenize, sabrınıza, öfkenize, nezâketinize, ilminize, san'atınıza sağlık efendim; ucunu gördük, ardını da bekleriz. Daha nice güzel eseri isminizle tezyin kılmanız temennisiyle sağlık ve âfiyetinize duacıyız.

Neyse ki oralarda bir yerde Cinuçen Bey var!