Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bugün size bir hikâye anlatacağım; kısa bir hikâye.Hani bazı filmlerin başında, "Bu hikâye tamamen yaşanmış bir hadiseye dayanmaktadır" diyorlar ya; aynen öyle. Hattâ lüzumundan fazla realist, belki biraz da sersemletici.

Kahramanlar gerçek hayattan alınmış filan değil; düpedüz gerçek.

Hikâye mutlu bir düğün sahnesiyle başlıyor.

Genç çiftin evliliği üzerinden daha birkaç ay bile geçmeden erkek talihsiz bir felç geçiriyor ve hareket imkânını tamamen kaybederek yatağa çivileniyor.

<!--more-->

Doktor, hastane, ilâç, tedavi.. derken, anlaşılıyor ki genç adamın artık iyileşme ihtimâli yoktur.

Genç eşi, kocasını taburcu edip eve getiriyor, yatırıyor, bakıyor, yediriyor, içiriyor, temizliyor, giydiriyor; her hizmetini yerine getiriyor.

"Allah ele avuca düşürmesin" diye bir hayır dua vardır ya, işte bu talihsiz adamcağız "ele avuca" düşüyor düşmesine ama, düştüğü el nâmert değil hayırlı çıkıyor.

25 yıl geçiyor; genç kadın için bu 25 senenin nasıl geçtiğini biz bilemeyiz, o bilir.

Ve geçenlerde felçli adam vefat ediyor; artık genç olmayan evli çiftin beraberlikleri ve müşterek çileleri nihayet buluyor, acılar diniyor, ertesi gün güneş yeniden doğuyor.

Kadın baba evine dönüyor; niçin dönüyor bilmiyoruz.

25 sene her hizmetini gördüğü, her cevrine katlandığı adamın evini niçin "evim" diye sahiplenemediğini bilemiyoruz. "Yorgan gitti kavga bitti" hesabınca meflûç hasta vefat edince, kadın, koca evinden ayrılıp erkek kardeşlerinin yanına taşınıyor. Halbuki 25 sene merhamet ve sevgiyle hizmet ettiği adamın evini, artık evi bilip ölünceye kadar terk etmeyecek gibi beklenti oluşuyor hadiseyi dinleyenlerde.

Kahrından, usancından terk etmiyor evi; lüzumundan fazla basit bir miras meselesi yüzünden gidiyor.

Ve sahne kararıyor; son yazısı beliriyor.

Hadise gerçek; mekân, Konya'nın Cihanbeyli ilçesinin Damlakuyu köyü. Kadının ismi Fatma Üçler.

"Artık böyle şeyler kaldı mı?" diye sormayacağınızdan eminim; bu gazeteyi okuyanlar, bu gibi hadiseleri işitince veya bizzat şahit olunca, "aa, bu zamanda böyle kadınlar kalmış mı ki?" diye hayrete düşmeyen bir hayat tarzına ve dünya görüşüne sahip kişilerden oluşuyor genellikle. Tam aksine çoğunuzun, buna benzer olaylar yaşadıklarını ve şahit olduklarını zannediyor, biliyorum.

Bizim için "insanlık vazifesini yapmış.., sütünün gereğini yerine getirmiş.., helâl olsun sâliha hatun imiş..." deyip geçebileceğimiz bu hadise, başkaları için daha farklı anlamlar taşıyabilir; çağın yükselen değerleri artık başka türlü bir dünya görüşü telkin ediyor insanlara; ki o insanlar, "böyle şeyler filmlerde olur ancak" diye düşünüyorlar.

Modern hayat tarzının düzeni ilginç; insanı insana yük etmiyor görünüşte; bazı kurumlar, bazı kavramlar vicdan üzerindeki toplumsal baskıyı kolayca hafifletiveriyor. Nedir bunlar: Hastane var, huzurevi var, kreş var, okul var, senatoryum var, hemşire var, bakımevi var... Ayrıca avukat, psikolog, mahkeme, terapi, seans, nafaka gibi başka başka kavramlar da...

Fatma Üçler, 25 sene önce, "kimse kusura bakmasın, ben felçliye bakmak için yuva kurmadım" deyip yolunu o gün ayırsa, kim ayıplayabilirdi onu? Bugün davranışı alkışlıyoruz ama kendimize karşı dürüst olalım; o yaman yol ayrımında bugün, hangimiz Fatma Üçler'in tercihini taklid ederdik? Kardeşlerimiz, evlatlarımız için böyle bir evliliği revâ görür müydük?

...

Sual şu; son 25 yıl içinde dünyaya bir kere olsun o hanımın nazarıyla bakmayı denemiş miyiz; meselâ şu Fransız meclisinin beberuhiliğini lüzumundan fazla ciddiye alan hariciyeci tavrı ne anlam ifade eder ki Fatma Hanım'a?

Ve bütün anlamlar nasıl da değişiverecektir o zâviyeden?