Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ne Şehzadebaşı, ne Direklerarası...

Türkiye'nin taşrasında oruç ayı, zihinlerde eğlence tedaisini harekete geçirmiyor; taşranın böyle bir geleneği yok...

Babalar, iftara sayılı dakikalar kala tatlı bir koşuşturmaca telâşında eve dönerken, -hele evde oruca yeni başlamış çocuklar varsa- çarşının sotalı yerlerine tezgâh açmış seyyar esnafından bir tane çörek, üstüne -sevindirilecek çocuk sayısı kadar; ne eksik, ne fazla- tahta saplı horoz şekeri saplayıp evin kapısını çalarken, ailenin kışlık erzak ihtiyacını bir kerrede tedarik etmiş gibi gururlanırlar sadece.

Herkesin harcı bir iş değildir haa...

"Eve, çocuklara horoz şekeri aldım" diye kibirlenmekle bitmez iş; marifet, horoz şekerlerini yuvarlak çöreğin bağrına olimpiyat bayrakları gibi rengârenk dikerek kırıp dökmeden eve kadar götürmektedir fakat...

İnce ağızlı keserle düz damarlı çam kütüğünden dikkatle kertilen horoz şekerinin sap kısmı, üstüne çörekotu serpilmiş yumurtalı çöreğin bağrına bir hamlede saplanmamakta direnir; yolda devriliverir, sallanır, rezalettir. Tedbirli babalar, horoz şekerlerini kapıağzında, eve bir adım kala çöreğin üstüne dikmek hesabıyla uyduruk bir gazete kağıdına sardırıp ayrıca taşırlar. Çâre midir? Değildir. Bu horoz şekeri denilen tatlıcık öyle gevrek, öyle gevrek bir boyalı ağda kıvamında dondurulmuştur ki, mübarekler "çıtt" diye kırılıvermesi için birbirine hafifçe değmesi yetişir.

İtinayla açılan kağıt ambalajın içinden kuyruğu kırık horoz şekerinin çıkması, kurbanlık diye eve getirilen güzelim hayvanın kör, topal, dişsiz veya sakat çıkması neviinden bir hayal kırıklığıdır;

Kuyruğu olmayan horoz mu olurmuş yahu!

Kırık bir horoz şekeri, büyük bir hayal kırıklığı demektir; ne getirende keyif bırakır, ne yiyende...

Çok sonraları -bu defa- eve horoz şekeri götürecek demlere eriştiğimde yanımda bir çakı bulundurmayı o yüzden ihmal etmemeye itina göstermişimdir. Tahta çubuğun, alt ucundaki kütlüğü izale etmek için çakıyla haffçe sivriltir, çöreğe âlâyı vâlâ ile batırırsınız ki, görenler Sultan Süleyman Yenikapı Tersanesinde denize indirilen ahşap kalyonlarına ana yelken direği rekz ettiriyor sanırlar!..


Horoz şekeri yemenin bir âdâbı, bir muaşereti vardır.

Kuyruğu tastamam bir horoz şekeri şöyle yenir: Evvelâ horozdan ziyade tavus kuşunun o çok fiyakalı, o çok debdebeli ve gösterişli kuyruğunu andırır kısmındaki şekeri, kuyruğun salkımsaçaklaştığı nihai noktadan dille dudak arasında ıslatarak eritmeye başlamalıdıır; ikinci safhada mübarek hayvanın baş kısmı renkli bir eriyik halinde, mümkün mertebe ağız içinde bile kırılmamasına azami dikkat sarfolunarak mideye indirilecektir; sonra gövde ve nihayetinde tahta sapın gövdeye birleştiği kısım üzerinde dikkatle çalışılmalıdır; tâ ki tahta aksam üzerinde bir zerre miskal şeker kalıntısı bırakmamacasına...

Çocuklar, işlem muvaffakiyetle tamamlandığında dillerini çıkarıp birbirlerine göstererek boyalı dilleriye övünürler; Kırmızıysa kırmızı, yeşilse yeşil, sarıysa sarı. İlle de boyalı...


Ben, her türlü imalat işlerini merak eden, fırsat ele geçtiğinde işi-gücü yüzüstü bırakıp aylâk ve hayran bir edâ ile ağzı açık seyretmekte bir sinema lezzeti bulan bir adamım; bir horoz şekerinin mühim bir şölen yerine geçtiği çocukluk Ramazan'larında hep horoz şekerinin nasıl yapıldığını merak ettim durdum.

Niçin horoz şekerleri birbirine benzemiyor, biri diğerinden hep farklı şekil ve büyüklükte oluyor ve niçin hep bu yüzden horoz şekerini paylaşırken biz çocuklar o ezeli mülkiyet imtihanının ilk ve en mâsum basamağında birbirimizle, "o senin, hayır bu benim" diye didişip duruyorduk

Üstelik beş paralık kırmızı-yeşil bir horoz şekeri için?..

Hep şöyle tahayyül etmişimdir:

Bir defa içinde koyu ağda kıvamında kaynatılmış şeker bulunan muhtelif tencereler olmalıdır ve bunlardan kimine sarı, kimine yeşil boyalar atılmış olsa gerektir. Horoz şekeri ustası daha evvel ince keserle kıyılmış minik tahta çubuklardan birini alır, ağda tenceresine batırıp kendi ekseni etrafında birkaç tur attırarak bir miktar ağda tutturduktan sonra bir başka şeyle ( mesela çekiç veya tokmak benzeri bir aletle) yassıltıp, hemen sonra ucu sivri bir makasla kuyruk kısmında tüy teleklerini andırırır kesikler açar ve makasın burnuyla horozun başını biçimlendirip bırakır bir kenara.

Bu ameliyeyi seyretmek zevkine hiç nail olamadım; yaşasın hayal gücü; sadece tahmin...


Birbirine tıpatıp benzeyen horoz şekerleri de vardı elbette; bunlar horoza kesinlikle benzememekle beraber, yine aynı kesinlikle "horoz şekeri" diye adlandırılıyordu; kimi lokomotif, kimi koyun, kimi ev, kimi tavuk biçimindeki bu şekerlerin bir kalıba dökülerek soğutulup çıkarıldığını anlayabiliyorduk ve bunlarda kabaca da olsa bir üretim standardının tutturulduğu gözden kaçmıyordu. Yalanıp ağızda eritilecek şeker miktarı, klasik horoz şekerinden fazla olsa da şahsen bu aynı tornadan çıkmış intibaı veren şekerleri tutmazdım ben. İlle de horoz olacak, kuyruğu tel tel olacak, başı dik, rengi canlı olacak...


Şekerler halledildikten sonra sıra işin çörek faslına gelir, fakat çöreğe çocuk takımından pek kimse aldırış etmez; onu ailenin çocuk olmayan fertleri aralarında adaletle, -tadımlık miktarında- bölüşerek yerler. Ev çöreğine nisbetle kıymet-i harbiyesi olmayan bir çörektir bu; yavan ama fiyakalı; çünkü çarşı işi!


Eğlence midir; eğlencedir,

Eğlence midir; değildir!

Her ne ise, zihinde izi, damakta tadı kalmıştır. Bugünün ölçülerine göre dehşet verici bir vurdumduymazlıkla gayrı sıhhi şartlarda üretilen ve çarşının bütün tozundan-toprağından hisseyab olduğu şüphe götürmeyen şu basit şekerleme, tek başına koca bir Ramazan'ı temsil eder çocuk zihninde.

İnsan büyük, yaşlanır ama zihninde çocukluğa ayrılmış bölmenin kuytularında o fiyakalı, o kuyruğu dik ve rüzgarda hür bir bayrak gibi dalganan kırmızılı, sarılı, yeşilli, beyazlı; gurur ve erkekliğin sembolü bir horoz şekeri bütün mahalleyi velveleye vererek ötüp duracaktır.

Ü-ürü-üüüü!...