Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Hacı Şükrü Aslan, -moda tâbirle- bir kamu kuruluşunda bahçevandı. Türk sanayiine demir filizi ve “Pelet” üreten kuruluşta, sosyal tesislerin yeşil sahalarındaki çimenler, ağaçlar, çiçekler, tarhlar arasında yıllarca hizmet etti; dikti, suladı, çapaladı, budadı, dökülen yapraklarını topladı.

Günün birinde, “artık emeklilik vakti geldi” dediler. Evvela mesai arkadaşlarıyla, sonra bahçesiyle vedâlaştı. Nakl-i hâne etti, yıllar boyunca gözü gibi bakıp yeşerttiği bahçeleri terk edip üç saat uzaklıktaki memleketine yerleşti. Ne var ki evlâtları, babalarının neredeyse muntazam hale gelmeye başlayan fasılalarla, şöyle böyle iki ayda bir trene binip eski işyerine günü birlik gidip gelmeye başladığını gördüler. Merak ettiler, bir süre ne olduğunu anlamaya çalıştılar ve fark ettiler ki Hacı Şükrü iki ayı geçirmeksizin erinip-üşenmeden çalıştığı işyerine gitmekte, bahçeleri gezmekte, çiçeklerin, ağaçların, çimlerin durumuna bakmakta, hatta, sanki artık üstüne vazifeymiş gibi duruma müdahale etmeye kalkışıp ceketi bir tarafa bırakarak eski günlerdeki gibi fiilen çalışmaktadır.

Dediler ki, “Baba, sen artık emekli oldun, tamam bu bahçelere büyük emeğin geçti ama şimdi o bahçenin yeni görevlileri var; neticede tapulu mülkümüz değil. Üstelik senin yeni bahçevanların işine karışıp onlara akıl vermen, yol göstermen, ikazlarda bulunman da hoş karşılanmayabilir. Artık gitmesen daha iyi olmaz mı?”

Hacı Şükrü, oğullarına ne demek istediklerini anlamıyormuş nazarlarla baktı ve dedi ki:

-Ama ben onlara tıpkı sizi yetiştirdiğim gibi bakıyordum. Siz ne iseniz nazarımda, bahçemdeki ağaçlar, çiçekler de öyledir!

...

Geçenlerde hâlâ yaşayan mimarlarımızdan birinin hâtıralarını gözden geçiriyordum. Gençlik yıllarında çalıştığı şirketin sahibiyle kontrollük hizmetlerini yaptıkları bir inşaatı denetlemeye gidiyorlar. Bir beton kalıbının usûlünce yapılmadığını, işin savsaklandığını görünce sorumlu yükleniciye sitem ediyor, aksaklığı gösteriyor, daha prensipli davranmak gerektiğini hatırlatmak sadedinde, “Bu yaptığınız şey, mesleğin şeref ve haysiyetine sığmaz.” diyor. Buna mukabil yüklenici, kendisinin meseleye öyle bakmadığını, işin şeref ve haysiyetle ilgili kısmının kendisini ilzâm etmediğini ileri sürerek savunmaya geçiyor. Hadiseye şahit olan genç mimar bu durumun kendinde bıraktığı izi şöyle yorumluyor:

-Yaptığımız işin aynı zamanda doğrudan şeref ve haysiyet boyutu taşıdığını görmek benim için çok öğretici olmuştu; bu sıradan hadiseyi asla unutmadım.

Sanki pek sıradan şeylermiş gibi görünen şu iki meslek hikâyesi, özellikle ilki, yani Hacı Şükrü Amca’nın işine karşı duyduğu sevgi ve sorumluluğun ne kadar etkileyici, hatta sarsıcı olduğunu ayrıca belirtmek lüzumsuz. Yaptığımız işe zihnimizde verdiğimiz yer ve bu ilişkiye verdiğimiz mânâ, şahsiyeti mânidar kılan ve varoluşun hacmini dolduran bir ayrıntıdır. Meslek, zamanla şahsi tabiata tesir ediyor. “Efendimiz”in vaktiyle, bazı mesleklerle uğraşanları ikaz ederek, tabiatın aslî unsuru haline gelmeden bir başka mesleğe geçmeleri tavsiyesinde bulunduğu bir hadis-i şerif vardır. Bu tavsiyeyi belki de hiç duymadıkları için mesleklerini şahsiyet parçası haline getirmiş talihsiz insanlar tanıdım ama Hacı Şükrü Aslan gibileriyle karşılaşmak çok daha nâdir bir güzel tesâdüftür. Yaşama gayemiz ile bizi tarif eden mesleğimiz arasındaki ilişki, sorgulanıp üzerinde düşünülmek gerektiren bir husus gibi görünüyor bana. İş ahlâkı, genel ahlâk çerçevesinin çok büyük kısmını tek başına dolduruyor; bu nükteyi bir başka açıdan şöyle yorumlayabiliriz. Mesleğine karşı “saygı, sevgi” gibi özel yakınlıklar geliştirmiş insanlarda ahlâkın öteki fakülteleri de işlek haldedir veya tam tersi.

Mesleğimiz sadece geçimliğimiz değil; onun içini hakkıyla doldurabilirsek dünyayı karınca kararınca güzelleştirenler safına da katılmış oluyoruz hâliyle.

Artık, “Ne iş yapıyorsunuz?” sorusuyla karşılaştığımızda, cevabımızın ahlâkî müeyyideleri de kapsadığını unutmayız değil mi?