Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Faşizm’in ırkçılık vurgusu çok güçlüdür; bir topluluğun diğerine doktriner üstünlüğü Faşizm’in olmazsa olmazlarından biri; ne var ki, günün herhangi bir ânında ırkçı davranmak için Faşizm’i benimsemeye gerek bulunmuyor.

Gelişen olayların temposu içinde, -daha önce hiç aklımızdan geçmediği hâlde- kendimizi ırkçı bir önyargıyı şiddetle savunuyor bulabiliriz.

Bazı güney illerimizde Suriyeli sığınmacılara karşı gösterilen halk tepkisi, binlerce insanın –yerli’nin demeliydik- doktriner mânâda ırkçı olduğunu göstermiyor; o yerlilerin bir kısmı, sığınmacılarla sadece soy veya nesep olarak değil, kültürel olarak da aynı unsurları paylaşıyorlar. Bu insanların her biri, baskı altında olmadıkları normal zamanlarda misafire saygı ve cömertlik göstermek gerektiği, özellikle Müslümanlığın kavmiyetçiliği yasakladığını, üstelik Medineli Ensâr’ın Hicret’ten sonra çoğu Mekkeli Muhacirlere kardeşten de öte bir yürek sıcaklığı ile evlerinin kapısını açtığını gayet iyi bilirler.

Nedir öyleyse mesele? Suriyeli sığınmacılar niçin sığındıkları yerlerde istenmeyen unsur muamelesine revâ görülmeye, itilip kakılmaya başlandı. Geleneksel Türk misafirperverliğine, Ensâr-Muhacir kardeşliğine, Müslümanların dar günde birbirlerine sığınma ve tehlikeden emîn olma (Emân) geleneklerine ne oldu?

Cevabı basit: Devletin en tahammül edilebilir vazifesi, insanlar arasında adâlet ve emniyet sağlama fonksiyonudur. Devletimiz, bağıra-çağıra yaklaşan tehlikeyi görmedi. Suriye politikasını hesaplarken kapıldığı kolaycı kâr hesaplarının tatlılığına kandı; problemin hangi safhada ne ölçüde ağırlaşacağını ve sonuçta insanları birbirinin insafına terk etmekten başka çaresi kalmayacağını hesaplayamadı. Sığınmacıların yoğun olduğu illerde ve semtlerde yerlilerle sığınmacıların, devletin olmadığı ve kalmadığı yerde birbirleri için kurda dönüşeceğini göremedi.

Ne yerliler vicdansızdır, ne de sığınmacılar dilenci, yüzsüz veya arsız; onların sıradan zamanlarda iyi birer insan olduklarını rahatlıkla varsayabiliriz. Normal olmayan, başlıca vazifesi insanlar arasında adalet ve emniyeti sağlamak olan devletin bir noktada nâçar kalması oldu. Devlet, insanları birbirinin kurdu (Homo homini lupus) olmaktan çıkaran bir cihazdır. Osmanlı belgelerinde sıkça tekrar edilen ve günümüzde yanlış anlaşılan “Nizâm-ı âlem” yani, âsâyiş, gündelik hayatın emniyet ve huzur içinde idâmesi devletin en aslî görevi. Devlet ki her birimizin hayatına hükmediyor, davranışlarımızı yönlendiriyor, cebimizdeki paranın ortağıdır, tek silahlı güçtür. Biz sıradan insanlar onun ceberutluğuna ve aslında itiraz etmemiz gereken buyurganlığına, işte o yatıştırıcı, öngörücü ve problemleri önceden hesaplayıcı tarafı yüzünden itaat ederiz.

Anadolu’da insanlar, devleti çok sayıp saydıklarından ve hayranlıklarından değil, işte bu lüzûmundan ötürü hakkında “Allah devlete zeval vermesin!” derler. Devletçilik değildir bu; aksine devleti yerli yerine oturtan ve yüzlerce yılın felâket tecrübelerinden süzülmüş bir tespittir. Duayı hak etmek için devletin devlet gibi davranması lâzım ama...

Hesapsızlık yüzünden sığınmacılarla yerlilerin hayat alanları birbirinin hududuna girdi, çıkarlar daraldı, hoşgörü sınırları tâcize uğradı; her iki taraf da aslında öyle istemedikleri hâlde birbirlerine zarar ve rahatsızlık vermeye başladılar ve neticede o çirkin haberler gelmeye başladı. Günler ve geceler boyunca devam eden, “Sizi şehrimizde görmek istemiyoruz, defolun, gidin” şeklindeki haberler bu toprağın geleneği olmamak gerekti. Duyunca üzüldük, hicâb ettik, “Bize yakışmadı” diye düşündük fakat bu politikanın mimarları, çoğu zaman alışageldikleri dinî üslûpla ortaya çıkan pürüzleri, “Biz ensârız, onlar muhacir” düzleminde, sırf dinî bir mesele gibi izah etmeye kalkışınca hicâbımız daha arttı.

Bir buçuk milyon civarında insan, hesapsızlık ve politik körlük sebebiyle yurdundan, ekmeğinden oldu; izzeti, iffeti riske girdi; gündelik düzeni -ki büyük nimettir!- mahvoldu; mahremiyeti kalmadı, yuvası diyebileceği bir yer yok. Problemler hafiflemesi gerekirken ağırlaşıyor. Çatışma kaçınılmazdı...

“Sosyal devlet” uygulamalarının tehlikeli bir tarafı var; kendini fazlasıyla “Rızk dağıtıcısı” rolüne kaptıran kamu yönetimleri bir süre sonra, “Rızkını verdiğim kişiler şikâyet etmemelidir” tavrını benimsemeye, itirazları en hafifinden nankörlükle veya düpedüz düşmanlık veya ihanetle bir görmeye başlıyor. Hâlbuki bütün kavramlar, kendi sınırları içinde mâkuldür. Devlet de öyle!

Politik vizyonunun yetersizliği sebebiyle bu derdi başımıza sardığı için hesap sorulmak gereken kişiler, bilakis taltif edilircesine yeniden görevlendirildiler. Böyle gecenin sabahından hayr umulmaz fakat hep o “nizâm-ı âlem” için bu kâbusun hayırla neticelenmesini dilemek durumundayız.

Yazık, eski şairlerden biri bu gibi hâller için şöyle demişti:

“Nîk-nâm-ı devleti berbâd ettiler” Aynen öyle!