Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Cenab-ı Hak, şimdiye kadar gelip-geçen Müslüman ümmetleri, “Bakalım gücü elinize geçirince nasıl bir idare tarzı oluşturdunuz; zulme, açlığa, yoksulluğa engel olmayı başarabildiniz mi?” sualinden sigâya çekerse halimiz yamandır.

İslamcıların, ‘dünyevî hayatı düzenleme' iddialarını saygıyla karşılıyor ama ısrarlarını anlayamıyorum. Dünyevi hayatın düzenlenmesi kavramından pratikte anlaşılması gereken ‘İslam devleti'dir; Müslümanların, diğer beşerî tecrübelerden tamamen farklı olarak, başta Kur'an-ı Kerim olmak üzere İslâm birikiminden hareketle bir kamu düzeni kurup işletmesidir. İslâmcılar, ‘İslâm'ın Müslümanlara böyle bir görev yüklediği konusunda ısrarlıdır ve bu görevi dinin temel icaplarından biri sayıyorlar.


İdeal bir fikir olarak yaşatılan İslam devletine Müslümanların tarihinde -çok kısa fragmanlar dışında- hemen hiç rastlanmadı. 1436 sene, İslamcıların temel tezlerini hayata geçirmek için yeterince makul bir süre. Bu süre boyunca -özellikle Sünni doktrine dayalı- uzun ömürlü siyasi iktidar tecrübeleri yaşandı. Önce Emeviler ve Abbasiler, İber yarımadasında Endülüs Emevileri (Endülüs'te Müslümanlar takriben 7 asır hükümran bir İslam devleti kurdular ve yaşattılar), ardından Ortadoğu'da orta çaplı hükümetler ve nihayet Osmanlı devleti pratikleri, İslâmcıların ileri sürdüğü İslami devlet idealini tahakkuk ettirmek için tarihi bir örnek olarak incelenebilir. Bu pratiklerin, dört başı ma'mur bir İslâm hükümeti olmadığı konusunda İslâmcılar da müttefiktir. Aradığımız anlamlı devlet modelini tarihte bulamıyoruz yani.


Günümüzdeki ‘İslam devleti' uygulamalarını görüntüyü bozmasın diye hesaba katmıyorum: Suudi Arabistan, Körfez emirlikleri, Pakistan ve İran'da kurulan Müslüman hükümetleri, dünyanın her yerinde ve her zamanında rastlayabileceğimiz tipik saltanat modelinin sıradan örnekleri olmaktan öteye geçemedi. Son olarak Irak ve Suriye topraklarında fiilî iktidar kuran IŞİD, radikal bir yorumla Selefi bir hükümet modelinin dünyaya ne gibi şeyler (!) vaat ettiği konusunda çok kötü bir örnek verdi.


“Evet, başaramadık ama bu vazgeçmemiz anlamına gelmez” şeklindeki direnç gösterilerinin saygıdeğer bir yanı var fakat kabul edelim ki naif bir tezdir bu.


Eğer Cenab-ı Hak, şimdiye kadar gelip-geçen Müslüman ümmetleri, “Bakalım gücü elinize geçirince nasıl bir idare tarzı oluşturdunuz; bir kamu düzeni kurarken emanetlere riayet ettiniz mi; zulme, açlığa, yoksulluğa engel olmayı başarabildiniz mi?” sualinden sigâya çekerse halimiz yamandır zira o noktada bütün ümmet, ‘birbirinden yüzü kara yavrularım' başlığı altında mahçup ve hacîl görünecektir.


Bana göre bütün kurumları, yapıları ve uygulamalarıyla ilhamını “İslâm”dan alan bir devlet kurmak iddiası, romantik bir mantık eğrilmesine sebep oluyor: Belli ki, esaslı bir noktada yanılıyoruz. İslam dininin devlet ölçeğine yansıyan temel asgari görevleri, “dini, canı, aklı, malı ve nesli muhafaza” ise, bu esasların sağlanması, gayeci yaklaşım bakımından bir Müslüman'ın siyasi taleplerini rahatlıkla karşılar ve “İslami devlet/ kurulacak elbet' diye krize girmenin âlemi de yoktur.


Kur'an, bize devlet yapısı talim etmiyor; bilakis birkaç genel prensip dışında Müslümanları, bir kamu düzeni kurmak konusunda âdeta muhayyer bırakıyor. Öyleyse insanın asıl imtihanı, bu prensipleri hayata geçirmekte göstereceği azim ve kabiliyettir. Eğer, ayrıntıları ve yapısı ile bir ‘İslam devleti modeli' nass ile belirlenmemişse –ki öyledir- o zaman bu görev insanların dini çerçeve içinde akıl işletilerek üstesinden gelinmesi gereken bir imtihan vesilesidir.


Ali Bulaç kışkırtıcı bir soru soruyor: “Samimi Müslümanlar şuna karar vermeli: Dünyevî hayatı düzenleme iddiasını bir kenara bırakıp İslamiyet'i laikleştirecek miyiz, yoksa maksatlara uygun özgür, ahlâklı, adil ve birliği esas alan bir dünyanın kurulması mücadelesine devam mı edeceğiz?”

İslamiyet'i laikleştirmek ağır bir itham ve bütün itirazcıları ağır bir töhmetin altına alarak bir celsede itibarsızlaştırıyor. Biz Müslümanların onca asır içinde terkib edemediğimiz bazı kurumların Batılılarca geliştirilmiş olması, gururla karışık bir ‘istemezük' tavrına yol açıyor. Laikliğe ise doğrudan İslâm'ın temel rükünlerine aykırı, hatta düşmanca bir mânâ veriyorlar.


Bu gibi gerekçelerle İslamcıların Batı değerleriyle eleştirilmesine de karşı çıkıyor Ali Bulaç. Bana göre bu cümle, kavramları bakımından sıkıntılıdır çünkü Batı değerleriyle İslam değerlerinin illa ki birbirini nakzedeceği varsayımına dayanıyor. Bana kalırsa İslamcılar, böyle muhataralı bir konuda Batı değerleriyle eleştirilmeye rıza göstermekle yetinmemeli, niçin İslami değerleri dünya standardı haline getiremedikleri sorusuna da cevap bulmalıdır.


Ben Batı değerlerini hafifsememek yanlısıyım ve bu değerlerin büyük kısmı doğrudan, “Evet, bu İslâmi bir öz taşıyor” diyebileceğimiz bir mahiyet gösteriyor. Doğrudan Kur'andan ilham almadığı halde âdil yargılama veya çevrenin korunması gibi kavramlara Müslümanlardan daha iyi bir düzenleme getirebildikleri için Batılı kafayı küçümsememeliyiz. Batılıların, -Ali Bulaç'ın da teslim ettiği- birtakım kamu hukuku tekniklerini bizden daha iyi formüle etmelerini kompleks konusu yapmamak gerekir. Batılılar, ferdin devlete karşı sahip olduğu temel hak ve hürriyetler konusunda büyük acılar ve bedeller ödeyerek bir hukuk kimyâsına erişti. Ben bu gibi yükseklerde buluşan müşterekleri insanlığın yüzakı sayıyorum; zira referansını nereden alırsa alsın, hakikatte İslamî bir değeri çerçevelemiş, ilâhi bir nüktenin hakkını vermiştir. Bu hukuk müktesabatında İslâm'ın ruhuna aykırı konularda itiraz ve red hakkımız elbette bâkidir ve bu son derece tabiidir.


Her yetimin şefkat, her dulun hürmet, her yoksulun siyânet görmesi bana göre İslami bir haslet ve emirdir; kim ne saikle yapsa fark etmez; elbette ki, ‘Mehafetullah' saikiyle yapması daha güzel, daha mânâlı. İşte tam da bu bakış açısıyla İslamcı kardeşlerimizin, yepyeni İslami bir düzen geliştirerek dünya şampiyonu olmak gibi bir mecburiyetlerinin olmadığını düşünüyorum. İslamcılar, Batılı hukuk ve kamu düzenlerini yetersiz buluyorlarsa, olumlu kısımlarını tutup aynı modeli geliştirip ıslah edebilirler ve bu büyük bir hayır, entelektüel bir başarı olur.


Velev ki saçmalıyorum; işte bu haktan bilistifade onların, -şu lanetleyip durduğumuz- laiklik kavramının içini açıp iyice gözden geçirmelerini de temenni ederim. Belki de bir yerlerinde İslâmi bir cevher barındırıyordur ve bu cevheri görmek, tamamen bakış açısına bağlı olabilir. Bakış açımızı değiştirelim; o zaman mânâ değişir, belki yükümüz de hafifler biraz.


Sahi, şu Anglo-Sakson demokrasisine bu pencereden baktık mi hiç?

İLLÜSTRASYON: ZAMAN, ORHAN NALIN