Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Birkaç yıl önce Beşiktaş İskelesi’ndeki eski deniz müzesini gezmiştim. Daha önce başka bir deniz müzesi görmemiş olmama rağmen biraz hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim.

Müze binası, isminin heybetine nazaran küçük, fizikî bakımdan yetersizdi bir kere; içeride sergilenenler ise kalantor bir denizcilik amatörünün koleksiyonunda görsem şaşırmayacağım şeylerdi.

İki hafta önce müzenin, eskisiyle bitişik yeni binasını ziyaret ettim. İtiraf ederim ki yeni müzenin açılışından haberim yoktu. Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz’ün köşesindeki yorumunu okuyunca aklıma düştü, “İlk iş buraya uğramalıyım” diye düşündüm.

Müze, yer itibarıyla çok şanslı ve elverişli bir yerde; büyük bir avantaj. Yeni bina çelik konstrüksiyon; eskisine nisbetle büyük, geniş ve elverişli sergi salonları, galeriler var. Çıkıştaki hediyelik eşya dükkânı ise pek sevimli.

Gelgelelim yine de bir nevi doymamışlık hissiyle ayrıldım bu güzel müzeden; sebeplerini anlatacağım ama önce bir ay önce bu sütunlarda okuduğunuz “İstanbul’un Kırlangıç Kayığı’nı gören var mı?” başlıklı yazının ana fikrini düzeltmeme izin vermelisiniz.


Adı Kırlangıç mıdır, Piyade kayığı mıdır, o hususta hâlâ kesin bir fikir edinebilmiş değilim ama İstanbul Kayığı ile kastettiğim o zarif deniz vasıtasını gördüm yeni müzede. Elbette çok heyecanlandım. Dünyadaki son örneğinin Washington’daki Milli Müze’de korunduğunu sandığım kayıktan (üstelik çok iyi korunmuş birkaç tanesinin) İstanbul’da, elimizin altında bulunduğunu bilmek çok hoşuma gitti.

-Adama bak; koca deniz müzesine gitmiş, anlatılmaya değer sadece ufacık bir kayıktan bahsediyor, diyebilirsiniz; öyle yapacağım. Müzede sadece kayık yok elbette, bütün yetersizliğine rağmen denizcilik tarihiyle ilgili hayli zengin malzeme sergileniyor. En başta saltanat kayıklarının bulunduğu büyük salona ziyaretçiler büyük ilgi gösteriyor, çok etkileniyorlar; hatta bunlar arasında en irisi ve görkemlisi, zannımca bir Osmanlı Kadırgası’yla hemen hemen aynı boyutlarda; birkaç direk ve yelken ilavesiyle Kadırga diyebilirsiniz.

Saltanat kayıkları iri, çok süslü ve zarif eserler. Seyredenleri çabuk etkiliyor ve “Padişahlar zevk sahibi adamlarmış” fikrini uyandırıyor. Bu ilgiyi makul görmek lazım ama bunun yanında müzede hayli zengin denizcilik objeleri sergilendiğini görmemek de haksızlık olur.

Emeği geçenlere çok teşekkür ederiz. Güzel eser, ancak eksikleri var.


Gelelim İstanbul Kayığı’na. Naçiz fikrime göre müzedeki en zarif, en ilham verici ve heyecan uyandırıcı obje, müzenin ikinci katında sergilenen ve vaktiyle bir kısmı saraya bir kısmı devrin vezirlerine, üst yöneticilerine ait zarif kayıklar.

Kayığı, o günün ulaştırma şartlarına göre bir nevi deniz otomobili olarak niteleyebiliriz. Şüphesiz o devrin at arabaları da kendine mahsus bir zarafet taşıyorlardı; kayıklara bu derece yakınlık duymamın sebebini kendimce şöyle izah ediyorum: Bugünün İstanbullusu, büyük çoğunluğu itibarıyla denizle, Boğaz’la fiili bağlantısı olmayan bir kara insanıdır. İçlerinde pek azı haftada birkaç gün deniz motorlarıyla Boğaz yolunu kullanır ama mübalağa değil, milyonlarca İstanbullu arasında “Sahil”i görmemiş, Boğaz’ı geçmemiş olan haylice yekûn tutuyor.

ABD’nin bir buçuk asır önceki İstanbul Sefiri Cox’un söylediklerini ciddiye alınca Kırım Harbi yıllarında (1850-60 arası) Boğaz’da 80 bin civarında kayığın seyrüsefer ettiğini hayalimizde canlandırmak hayli zorlaşıyor; mesela ben rakamın biraz abartılı olabileceğini düşünüyorum; öyle olsa bile Boğaz’daki kayık sayısının binlerle ölçüldüğü bir gerçek. Bu gerçek, İstanbullu denilen insan tipinin, denizle daha çok ilgi kurduğunu anlatıyor. Bu ilginin aracı ise kayık. İstanbul kayığı ise, -hani küçük bir şey olsa- koynunuza sokup eve götürmek isteyeceğiniz ölçüde şirin, zarif, pek üsluplu bir araç. Boğaz’ın İstanbul’un günlük hayatında ne kadar öne çıktığını izah eden bir araç.

İşte bu kayıklardan müzede birkaç tane var çok şükür. Gençlere, çocuklara, öğrencilere ve (tabii ki kayık yaptırabilecek kadar zengin olanlara) gösterebileceğimiz çok güzel örnekler. Mesela Sadrazam Said Halim Paşa’nın 3 çifte piyadesi bunlardan biri. 10 buçuk metre uzunluğunda, 120 cm genişliğinde, bir kılıç ucunu hatırlatır sivri ve mağrur burnu ve zarif endamıyla gerçek bir Boğaziçi güzeli. (Demirbaş numarası 1248)

Ne şans: Kayığın baş kısmında dümenin hemen yanıbaşında imalâtçı kayıkhaneye ait olduğunu tahmin ettiğim oval, avuç büyüklüğünde pirinç bir tabela var. Üzerinde Latin alfabesiyle şunlar yazıyor: “Georges Z. Lulio, Bebek, Constantinople, 1870, Constructeur”


“Kimdir bu Lulio Usta, Bebek’te imâlathanesi olsa gerek, mutlaka ardında bir iz bırakmıştır” diyerek arama sitesine başvurdum. Netice hüsrân. Vaktiyle dünya denizlerinin görüp görebileceği en güzel ve zarif kayıkları yapıp suya salan bu ustadan geriye birkaç ahşap kayık teknesi dışında nâm ü nişâne kalmamış. “Bebek kayıkhaneleri” başlığıyla yaptığım aramalar bile sonuç vermedi. Neyse ki müzede Lulio Usta’nın –benim fark edebildiğim- en az iki kayığı sergileniyor. Buna da şükür!

Peki, sadece Lulio Usta mı; şüphesiz binlerce kayık, yüzlerce kayıkhanede yapılmıştı; nerede onlar? Müzede insan bu hususta da bilgilenmek, en azından fotoğraf, çizim, plan veya düpedüz bilgi metni gibi unsurlarla zenginleşmek lüksü bulamıyor. Şüphesiz müze henüz çiçeği burnunda bir kuruluş ve bütün beklentileri karşılaması mümkün değil. Dünyalar güzeli objelerin yanıbaşına konulan bilgi levhalarında bile ayrıntılı bilgi yok: Teknenin eni boyu, süslemelerin hangi teknikle hangi tarzda yapıldığı vs... O kadarını görebiliyoruz zaten. Daha fazlasını istiyor gönül...


Daha fazlası nedir? Meselâ ben müze yöneticilerinin yerinde olsam, Türkiye’de gemi modelciliği ile uğraşan en kabiliyetli amatör modelcileri bugünden tezi yok müzeye davet eder, istedikleri teknenin ölçü ve planlarını çıkarmalarına müsaade eder ve sergilenen teknelerden hiç değilse bazılarının muhtelif boylarda, muhtelif kalitede ve fiyatlarda modellerini sipariş edip ürünlerini ise girişteki hediyelik eşya dükkanında sergileyip satışa koyardım. Ayrıca dükkanda isteyenlere evlerinde bir araya getirebilecekleri kit şeklinde tasarlanmış modeller ve planlar da satardım. Hepsinden önce gelmek üzere sergilenen objeler hakkında çok daha doyurucu açıklama levhaları koyar, özellikle müzeye gelen gençlerde bir denizcilik sevgisi tutuşturacak cazibe unsurlarına yer verirdim.


Sergi salonunun girişinde Atatürk’ün İstanbul günlerinde kullandığı üç küçük sandal da yer alıyor. Çok tatlı ama mütevazı bir hatıra. Ceviz kabuğu kadar küçük bu batı tarzı sandallar belli ki, Ertuğrul veya Savarona’yla iskele arasındaki bağlantı için kullanılıyordu. Söz Atatürk’ten açılmışken müzede Ertuğrul ve Savarona maket ve modellerinin eksikliğine de dikkat çekmek isterim.

Sözü uzattım; ayağı yere sağlam basmak isteyen ve deniz yerine karada bulunmayı tercih eden bir topluluğa pek yabancı gelebilecek bir şeyden, “deniz aşkı”ndan bahis açtığımı unuttum. Ömer Bedrettin Uşaklı merhumun, “Bütün gemicilerin ruhu bende yaşıyor/ Başımdaki gökleri bir deniz sanıyorum” mısralarıyla anlatılabilecek bir alâkayı kara insanlarına hissettirmek kolay değil.


Kayık benim için şu mânâyı ifade ediyor: Karada yaşayan insanın denizle temasından hâsıl olan en basit, en mütevazı ama en güzel âlet. İstanbul Kayığı’nda, efsanevi İstanbul güzelliğinin henüz bilip dokunamadığımız bir boyutu var.

Bakalım günün birinde o müstesnâ güzelliği, yeniden Boğaz’ın sularıyla öpüşürken görmek nasib olacak mı?