Kadınlarımız, Batılı kadınlarla aynı acıları yaşamak zorunda mı?

Aile ortamını kadın için bir hapishane, bir kafes, bir sömürülme alanı gibi gösteren bakış açısı, niçin haklı olduğunu izah ederken hep en kötü örneklerden hareket etmişti: Kadını eve hapseden bakış açısı onu eğitimsiz, mesleksiz, ekonomik hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakmıştı; evlenecekleri kişiyi seçmekte bile hür değillerdi. Bekârken baba ve ağabeyin baskısından bunalan kadınlar, evlendikten sonra koca tahakkümüne giriyor, ömrünü çocuk bakmakla, yemek, bulaşık, çamaşır gibi sevimsiz ev işleriyle geçirirken mali açıdan hep kocasının eline bakmak zorunda kalıyordu; bazı hallerde kötü muamele, dayak gibi aşağılayıcı muamelelere uğraması da işin cabasıydı.

Kötü örnekler üzerinde çok vurgu yapılması, bir süre sonra "kadının mâkus kaderi" gibi takdim edildi; öyle ki, kurulan her aile yuvasında kadın istismara uğrar, hürriyetleri kısıtlanır, kötü muamele görür ve ömrü heder olur gibi bir anlayış pekiştirildi. Bu anlayış Batı dünyasında XX. Yüzyıl başlarında giderek yaygınlaştı. Doğrudan tesirleri bize 70'li yıllarda hayli gecikmeyle ulaştı. Bizde kadın hakları hareketinin zirveye ulaştığı dönemde (ki halen bu dönemin orta yerinde bulunuyoruz), Batı dünyası bu konuda esaslı hesaplaşmalar yaşamaktadır. Zaman gazetesinin 14 Ağustos nüshasında yer alan bir haber, bu açıdan çok dikkat çekiciydi: Alman devlet kanalı ARD'nin kadın spikerlerinden Eva Herman, "Eva Prensibi" isimli kitabında kadınlara geleneksel rollerini yeniden üstlenerek ailelerine geri dönmeyi tavsiye ettikten sonra kanaatindeki samimiyeti göstermek için işini de terk etmeye hazırlanıyormuş. Bayan Herman'ın temel tezi şu cümlesiyle özetlenebilir: "Doğurganlığıyla aileyi ayakta tutacak temel unsur kadındır. Kendi doğal rollerini bırakıp erkeklerle rekabete girişen kadınlar hiçbir alanda tam başarı sağlayamıyor." Bayan Herman devam ediyor, "Erkekleşen kadınların, bir zamanlar insanlığın gidişini garantiye alan şartların kaybolmasına sebep oluyor (...) Kadının bir şeyler öğrenmesi, eğitim görmesi ve evinin dışında görevler üstlenmesi tabii ki normal; ancak belli bir ölçüyü korumak kaydıyla." Herman'ın tezini destekleyen aktrist Uschi Glas'ın söyledikleri de önemli; ""Kadın ve aileye verilen destek artırılmal?. Normal kad?nlar bir koltuğun altına kaç karpuz sığdıracaklarını bilemedikleri için debelenip duruyor." Karşı çıkanlar da var; bir hanım politikacı (Katherina Reiche), Herman'ı şöyle eleştirmiş: "Bugünün kadınları kendilerine verilen rolü kabul etmek istemiyor, tersine özgürce karar vermek istiyor. Kadınların çoğu aile ve kariyeri uyumla götürmek istiyor. Herman'ın görüşleri bugünkü gerçeklerle uyuşmuyor."

Bayan Herman, bizde tanınmasa da Alman kamuoyunda bilinen bir isim olduğu için fikirleri yankı uyandırmış; aslında Eva Herman olmayan bir olgudan hareketle, şöhretine şöhret katmak için sivri iddialarda bulunuyor değildir; bilakis hemcinslerinin ortak acısını seslendiriyor. Bizden çok daha önce endüstrileştiği ve endüstriyel ilişkiler ağında yaşadığı için batılı kadınlar aileden kopmuş veya koparılmış hemcinslerinin ne kadar derin ve vahşi bir yalnızlığa itildiğini çok daha iyi fark ediyor ve yaşıyorlar. Konu sadece Batıda aile kurumunun sarsılmasıyla, boşanmaların artması veya doğum oranlarının düşüklüğü ile ilgili değil; kadınlar çok ciddi bir yalnızlık korkusu çekiyor ve hayatlarının en güzel yıllarını bu gerginliklerle geçiriyorlar; çünkü aile kurumuna yöneltilen lâkayt tutumlar yüzünden erkekler de (fırsattan istifade!) kalıcı ilişkilere karşı soğuk davranıyor. "Birlikte yaşamak" tercih edilen bir evlilik (!) modeli haline gelmiş bulunuyor. Birlikte yaşamak, başlarda her iki tarafa da olumlu ve "sınırlı sorumlu" bir ortaklık gibi görünüyor ama sorumluluk sınırlı olduğu için bu ilişkiler kolay sona erebiliyor. Çok değil bir süre önce, "Bir ömür boyunca bir erkeğe veya bir kadına bağlı kalacağına yemin etmek" (nâm-ı diğer Katolik nikâhı) fikrini yerden yere vuran serbest aşk taraftarları, yaşlılık günlerinde aile sıcaklığından uzakta kalmanın dehşetiyle nerde yanlış yaptıklarını aramaya başlıyorlar. Eli yüzü düzgün Batılı filmlerde en çok rastladığımız tema, artık yalnızlık korkusudur; çünkü yalnızlık, insani sıcaklık ve yakınlıktan başka hiçbir şeyle telafi edilemiyor. Bu dünyada çocuklar bazen anasız, bazen babasız ama çoğunlukla hastalıklı bir duygu karmaşası içinde büyüyorlar. Artık azalan evlilikler kolay yıkılıyor. Yaşlılar kolayca sosyal hizmet kurumlarına gönderiliveriyor. En desteğe muhtaç anlarında kadınlar ne kadar yalnız kaldıklarını fark edip depresyona giriyorlar.

Bayan Herman, herkesin gözü önünde cereyan eden bir hadiseye cesurca teşhis koyuyor ve bana göre birkaç kuşak boyunca çok yıpratılmış batılı kadın adına bir yanlışı itiraf ediyor: Kadınlar erkekleşiyor çünkü erkek sorumluluklarını omuzluyorlar. Tek kadın kendine yetebilir, meslek sahibi olur, kariyer yapar, ekonomik anlamda güçlenir ama tek başına aile sıcaklığını tesis edemez; bu iş için bir erkek, daha doğrusu bir aile lazım.

Öyle görünüyor ki, kadın haklarıyla ilgili ideoloji bir paradigma değişikliğine girmek ve kendini esaslı surette tashih etmek ihtiyacındadır. Bu değişim isabetli ve insan fıtratına uygundur; Batılılar genellikle ifrat ile tefrit arasında gidip gelmeden mâkul noktaya erişemiyorlar çünkü mâkulu fark edecek zihni cihazları vaktiyle sekteye uğramıştı. Otuzlu yıllarda Faşizm'in Avrupa'da büyük taraftar kitlesi bulması, başka nokta-i nazarla izah edilemez; keza uygulanması büyük kayıplara ve acılara yol açan Komünizm de Faşizm benzeri bir aşırılıktı. Kadın hakları hareketi, doğru sebeplere dayanan ama uygulaması berbat sonuçlar veren son Batılı ideolojilerden biridir ve daha mâkul bir seviyede restore edilmesi kaçınılmazdır; aksi takdirde düşen doğum oranları yüzünden bir asır sonra Avrupa, içinde Avrupa kökenlilerin azınlığa düştüğü bir kıta haline gelecek; Birleşik devletler, Avustralya gibi Anglo-Sakson kültürünün hakim olduğu yerlerde ise rahiplerini psikiyatrların teşkil ettiği modern endüstri dininin egemenliğinde insanlar hastane-mahkeme-bar üçgeninde kendilerini tükenmiş bulacaklardır.

Kehanet değil, görünür alâmetler bunlar.

Keşke Batılılar, son derece insani ve haklı gerekçelere dayalı kadın hakları hareketini aşırılığa kadar götürmeyip aile kurumunu destekleyen, evliliği özendiren, sadakati yücelten, şahsi keyif uğruna duygusal dengeleri altüst etmeyen bir güzellik inşa edebilselerdi; yapamadılar, çünkü az önce işaret ettiğimiz üzere batılılar, aşırılıkları yoklaya yoklaya öğrenmeyi tercih ediyor ve çok acı çekiyorlar.

Bizdeki durum, Batıyla nisbi bir paralellik gösteriyor; büyük şehirlerde, çalışan, iş ve kariyer sahibi olmaya çalışan kadınlarımız büyük baskı altında; evlilik, genç kadın ve erkekler için "her şey yoluna girdikten sonra" düşünülen bir kurum olarak önem kaybetmeye başladı. Sosyete haberlerinde rastladığımız serbest beraberlikler modası artık ara sokaklarda da görülüyor; özellikle internet ortamındaki eş ve arkadaş bulma servislerinin gördüğü rağbet son derece düşündürücüdür. Bu sitelerin mazbut ve muhafazakar diye bilinen kesim arasında da çok etkili olduğu söyleniyor; ara sıra gazetelere düşen rezalet haberleri de aynı olguyu işaretliyor zaten.

Evlilik kurumunu hiçbir ideoloji düzenleyemez; kadınla erkek arasındaki ahengi hiçbir kanun tek başına sağlayamaz. Batı dünyasının yarım asır önce düştüğü yanılgıyı biz göre göre sürdürüyoruz.

Çözüm elimizin altında duruyor ama; birbirini Allah'ın emaneti olarak görüp sevgi ve hürmetle yaklaşan anlayışı yeniden keşfetmeye gerek yok. Hatırlamak kâfi.


Kaynak (Arşiv)