Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Adam karısını kaldırımın kenarına yatırmış, bıçakla didikleyip duruyor; "Efendim polis niçin müdahale etmeyip seyrediyor" diye ortalığı birbirine katıyorlar. Bir polis yetkilisi demiş ki: "AB standartlarına ters düşmekten çekindik". Şu patırtı içinde pekâlâ anlaşılabilir bir savunma. Peki bu görüntüleri saat başı, büyük bir kemâl"i iştiha ile ekranlara getiren televizyon haberciliğine ne demeli?

RTÜK yasakları içinde şiddet ihtiva eden görüntülerin evirile çevirile tekrarlanmasını engelleyen bir hüküm yok mu? Bir hanım yazar ise, "kurban erkek olsaydı polis müdahale ederdi" derdiyle "feminen" tavır almak telâşesinde.

Aklımız karışık; aslında yapılmaması gereken seçimlerin sath"ı mailine paldır"küldür yuvarlanmış olmamız karışıklığı daha artırıyor. Hükümet ortakları, iktidar mensubu olduklarını sadece propaganda avantajlarını kullanırken hatırlamanın dışında muhayyel bir "yapılmalıdır, edilmelidir" gevezeliği ile total akıl karışıklığına katkıda bulunup curnatadan nasiplenmek peşindeler. Hükümet Ecevit'in sırtına kaldı galiba; o da mecburen günün bir yarısında "hükümetten sorumlu ortak" gibi davranıp devlet işleriyle ilgilenmek gereğini duyarken, arta kalan zamanlarda "AB, AKP'yi istemiyor; bunlar gelirse 28 Şubat ruhu zedelenir" telkinlerinde bulunarak kendi çapında kanaat terörü yaratmakla meşgul. Kusuruna bakılmaz; bu iş biraz sünnetçi dükkânının vitrini hikayesine döndü; ne desin yani?

Güneydoğu sınırımızda ABD, yeni bir Hollywood prodüksiyonu sahneye koymak üzere fakat ne yazık ki bizde hükümet inisiyatifi kalmadı. Haberler arasında kaynadı gitti; hükümet, Genelkurmay Başkanlığı'na bazı konularda diplomatik temaslarda bulunmak üzere yetki verdi. Pekâlâ Dışişleri Bakanlığımız ne yapar?

Manzara aynen şöyle; geçtiğimiz hafta içinde bir haber kanalında Dışişleri Bakanı'nın ayaküstü verdiği beyanatı dinliyorum; diyor ki: "Bugün akşama kadar Sayın Verheugen'le temas imkânlarını araştırdım fakat kendisiyle görüşmek mümkün olmadı!" Bende film burada kopuyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanı bu iletişim teknolojisi ortamında AB'nin genişlemeden sorumlu üyesi ile sabahtan akşama kadar didindiği halde görüşemiyorsa, ortada istiskal var demektir. Ya gereğini yaparsınız, ya da televizyon kameralarının önünde, gazetecilere bahane göstermek için "n'aapıyım, elimden geleni yaptım adamla görüşemedim" demezsiniz; siz söylemezsiniz kimseler bilmez. O görüşülmesi gereken pek önemli mesele nedir doğrusu bilmiyorum ama hissettiğim şu: Bizim Hariciyemiz, bürokrasisindeki kemikleşmiş kast gelenekleri sebebiyle zaman zaman tenkid ettiğimiz bir kurumdur ama kabul ederiz ki devletin heyet"i umumiyesi içinde diğer kurumlarla kıyas edildiğinde açıkça üstünlüğünü hissettiren bir yapısı, ağırlığı ve ciddiyeti vardır.

İnşallah hâlâ öyledir!

Şu AB üyeliği meselemiz iyice alaturka bir şekle büründü; Meclis'in nasıl olup da gaza getirildiğini bir türlü anlayamadığım şaşırtıcı bir gündelik mesaai ile uyum yasalarını kabul etmesinden sonra, tahrife uğramış bir şiir okumaktan başka siyasi aktivitesini görmediğimiz Tayyip Erdoğan'ın yargı kararıyla seçilme hakkından men edilmesi tam da Mehteran bölüğünün yürüyüş ritmini hatırlatıyordu. Başından beri Avrupa Birliği olgusu karşısında yanlış davranıyoruz: AB kriterleri bizim için matah bir standartlar dizisi ise, onları kendi irademiz ve kuvvelerimizi harekete geçirerek halkımıza bu konforu temin edebiliriz. Türkiye'nin ekonomik problemlerini AB üzerinden aşmak hesabı yanlıştır. Bunların haricinde AB üyeliğinin bize sağlayacağı manevi itibara nasıl güvenebiliriz: İtibar verilen değil hak edilen bir şeydir. Yüzümüzün bir yarısıyla ister görünüp, öteki yarısıyla sürece takoz koymak, bizi tam aksine itibar kaybına uğratıyor; bu itibar kaybına nasıl müstahak olduğumuza gelince, AB eksenli siyaset yürütmekten medet uman liderlerin miting meydanlarında muhayyel bir densize haddini bildirir bir asabiyetle bağırıp çağırmaları meseleyi pek güzel izah ediyor zaten.

Kafamız karışık; bu kafa karışıklığını üst üste beş seçim de yapsak düzeltemeyiz. Seçimler demokrasinin en mühim unsuru değildir; demokrasilerin seçimler kadar önemli başka dayanakları da vardır: yüksek standartlarda işleyen bir bağımsız yargı cihazı, güçler ayrılığı, ekonomik istikrar, şeffaf yönetim, temel haklar teminatı vesaire vesaire... Bu kurumların daha iyi işlemesini sağlamak için seçime gitmekten önce yapılacak ve esasen yapılmış olması gereken işleri görmezden gelerek, "hele bir seçim olsun" iyimserliğine yatmak, günün birinde seçimi de çare olmaktan çıkarabilir endişesi var bende.

Bizi lutfedip de AB'ye alırlarsa bu kafa karışıklığından kurtulabilir miyiz? Sanmıyorum; dert bizdeyse derman da bizde ama biz neredeyiz? Asıl mesele bu!