Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Vakit öğle ezanı suları. Kar yağıyor demek ne ki; gökten melekler iniyor arza. Gökyüzü kar rengine boyanmış, yeryüzü kar. Usul usul yağıyor ve refakatinde pencerelerde kamçı gibi şaklayan rüzgâr.

Karın yağışını kutlamak için küçük tüpümün üstüne alüminyum çaydanlığı oturtuyorum. Az sonra demliğin ağzından buharlar fışkırmaya, kendi sünnetince bir Kar ilâhisi terennüm etmeye başlıyor. Sonra bir râyha, bir saadet kokusu yayılıyor odaya... Pencerede ise ıslık çalan rüzgâr.

Böyle fırsat her zaman denk düşmez; birisi vardı, garip şiirler yazardı: "Yanarım denize düşen yağmura" diye bir şey kalmış hatırımda. Peki, gece yarısı kurt—kuş uykudayken kar meleklerinin bizi gaflette avlayıp yeryüzünü teşrif etmelerine ne buyrulacak? Yuh demek kâfi mi? Burada "yuh" argo değildir kardeşim, bizim ahvalimizi anlatan en isabetli nidâdır; yuh gâfilleridir derken efendim yuh muydu, yuf mu meselesi gelir takılır kalır aklınıza; karıştırmaya başlarsınız. Eslâfa bakılırsa 'yuf'tur. Galib Dede öyle demiş mesela, "Bir hâne kim binâsı ola âh u eşkden / Yâzık o âb u renge o nakş u nigâre yuf". Diyor ki hazret, binâsı âh ve gözyaşı ile çatılmış evin süsüne püsüne yuf olsun. Bağdatlı Rûhi ki, Gâlib dedemize mukaddemdir; o dahi, "Yuf hârına dehrin gül—i zârına yuf / Ağyarına yuf yâr—i cefakârına hem yuf" makamından icab edenlere yuf borusunu üflemiştir vaktiyle.

E, bu yuf, ne oldu da yuh halini alıverdi. Dilciler uğraşsın efendim, biz yolumuza gidelim. İnanmayacaksınız çünkü inanılır gibi değil; vakit öğle ezanı suları. Nâm—ı diğer "zevâl". Kar yağıyor demek ne ki; gökten melekler iniyor arza. Gökyüzü kar rengine boyanmış, yeryüzü kar. "Usul usul" denir böylesine, usul usul yağıyor ve refakatinde pencerelerde ıslık gibi yankılanan, kamçı gibi şaklayan rüzgâr. E, bu nimeti, bu âyeti, bürhân—ı kat'ıyı hak etmek için ne yaptık ki biz? Hiç! Köşebaşındaki fırıncıya uğradım, kuşluk vaktiydi. Uzak komşulardan birinin cenazesinin kırkı imiş; bizde âdettir, "ölü canı" diye konu komşuya ekmek dağıtılır. Fırıncı nar gibi yanan ateşin karşısında boncuk boncuk terlemelerde, ha bire hamur tırnaklayıp üzerine misler gibi kokan çörekotu serperek ateşi doyurmakta ki çıkan pidelerin rengi, topumuzu birden mübarek onbir aylarda bulunduğumuza dair secde—i şükrâna yatıracak kertede nar kırmızı ile mülemmâ. "Aman bana şunlardan üç pide veriver n'olursun fırıncı." dedimse de tınmadı bile. "O hamur bizim değil hoca." diye terslendi; "Ben sana bizim hamur topaklarından üç pide dökerim şimdi." Mahcub oldum lâkin gözüm "ölü canı" pidelerinde kalmadı değil. Meselâ o değil, başka, "Oo hoca" dedi fırıncı. "Gecenin üçünde başladı rahmet!" Ah be şair, sen değil miydin, "Seherde bağa geldi cân ile cânân / Neler seyr eyledi bîdâr olanlar" diyen vaktiyle; rûhu revânın şâd ü hândan olsun arkadaş. Uyanıklar görülmeye sezâ şeyleri görüyor, duyulası şeyleri duyuyor da biz...

Sihirli bir ışık, hani o fotoğrafçıların bayıldığı cinsten, arzın her bir metre mikâbına müsavi miktarda dağılmış bir ışık; kar sesi değil, kar ışığı. Yirmi otuz metre ötesini muhayyel ve muhayyer bırakan bir şey. Muhayyel, orada ne olduğunu gönlünüzle ve muhayyilenizle siz çizeceksiniz. Muhayyer, dileyen gidip orada ne olduğunu görür. "Gözlerimle gördüm arkadaş" diye şahitliğe sıvananlara demeli ki, "hakikatte ne gördün arkadaş, nereye kadar gördün ve gördüğün ne idi?"

Bizim nesil "keyf" kelimesine ihtiyatla yaklaşır; entel sinemacıların, edebiyatçıların, şunun bunun vara—yoğa "pek keyifliydi, çok keyif aldık, keyifli bir olay" demesinden değil yahu! Eskiler derdi ki "keyif himârda olur." Himâr? Anlarsınız, ârif olun biraz!.. Hani, bazılarımız bu lâfı sarfederken, "hâşâ huzurdan, affedersiniz, falanca hayvan" derler ya; nezaketin bu kadarını fazla bulurum; hayvan derken bile af dilemek asrîliğe, hele hele sosyal gerçekçiliğe uymuyor pek. Keyif demeyeceğiz, o kelime kirlendi ve bu yüzden duvara rahmetli hattatımız Necmeddin Okyay Beyefendi'nin ebrûlu kağıt üzerine tâlik ile yazıp beyaz üzerine kat'edib soğuk muhallebi ile yapıştırdığı "Gel keyfim gel" levhasını bile asamaz olduk. Gören evvelâ "nedir bu" diye sigâya çeker; öyle ya irticâi bir şua yayılmaktadır ne de olsa levhadan. "Gel keyfim gel'dir efendim; mürtecî değil, bilakis pek şen şatır bir mânâyı hatırlatır" denilince de "ol mübarek yazı ile böyle harcıâlem şeyler de mi yazılır idi?" deyû taaccüp ve hatta teayyüb ederler! Efendim hâzâ keyiftir bu; kar inecek siz seyredeceksiniz veya ki rahmetle bir olup siz de "elif elif" deyûben tozacak, yollara düşüp kaybolacak ve ciğerlerinizi kar buharı ile dolduracaksınız. Be birader, buna da "keyif" diyemeyecek isek ömrün şu kısacık eyyâmında neyin adına keyif denilir ki? "Telezzüz ettik, pek neş'elendik" kesmez; "Kar yağdı, çocuklar gibi yerde yattık yuvarlandık, kar topu oynadık" yaşınıza yaraşmaz. Zevk kelimesi uymaz buraya, zevkin renkleri ve kokusu kar saadetini tasvir için kifayetsizdir. Evet, "birdenbire mes'udum işitmek hevesiyle" mısrâındaki saadet tasrifi! Eh olabilir...

Kar inmekte, neyle kutlayacaksınız bu fevkalâdeyi? Ben onu bunu bilmem, çekilirim odama; bütün pencere perdelerini fora ederim. Küçük tüpümün üstüne alüminyum çaydanlığı oturtup —illâ ki kibritle— çakı çakıveririm ateşine. Az sonra demliğin ağzından buharlar fışkırmaya, kendi sünnetince bir kar ilâhisi terennüm etmeye başlarken avuç dolusu çayı boca edivereceksiniz. Bir râyha, bir saadet kokusu, pencerede ıslık çalan rüzgâr. Ee, musikisiz olur mu insaf buyrunuz; olmaz! Gelin ey dünyanın bütün komünistleri, şu müstesnâ vakte iştirak edin. En meşhur, en mâlum ve en kızıl komünist şansonlar giriniz odaya. İşte "Bella Ciao". Anita Lane diye bir hanım bu kızıl İtalyan marşını alıp buğulu sesinin derinliklerinde öyle bir yoğurmuş ki tam kar musikisi mübârek. Ardından bizim solcu takımının pek ayılıp bayıldığı "Hasta Siempre Comandante Che Guevara" türküsü. Toprağı bol olsun, ardından böyle güzel şarkılar yazıldığına göre hayli seveni olmalı. Lâkin antikomünistliğin lüzumu yok arkadaş; şarkı güzel, lirik, yumuşak, latif bir şey.

Bardakta, illâ ki ince belli, ince dalan "istekânî" bardakta, ve mutlaka zevk ehli kıraathaneci esnafının tercih ettiği kenarları kınalı porselen tabakta kızıl çay, kızıl ağıtların refâkatinde menşûrundan muhayyel kar derinliklerine kızıl sinyaller yollamakta.

Kar saadetine ideolojik limon sıkmayalım; natürel olsun denilirse Latin dünyasının Ümmü Gülsüm'ü mevkiini hakkıyla ihraz etmiş bulunan Cesaria Evora Hanımefendi'nin görmüş geçirmiş ve durulmuş sesinden 'Besame Mucho'yu da dinleyebilirsiniz. Mânâsını ne bileyim, aşkla ilgili bir şeyler olsa gerek. Aşk, tipiye de uyar, pencerede kırbaçlanan rüzgâra da, çay demliğinin neşrettiği buharın camlarda boncuklanmasına da; isterseniz camın buharlı yüzeyine "Sesin nerde kaldı kar içindesin" de yazarsınız; ötelerde bir şairin rûhu şâd olur; Ahmet Muhib Dranas'tır; "Biz" lâfzına uyuz olanlara inat, yüzde yüz bizdendir ha!

Bu kar bizim vatanımıza, bizim toprağımıza yağıyor; o dahi bizdendir ve gâvur türküsünün ne işi vardır" diye tiftiklenen takımından iseniz, hörmet duyarız efendim; aşçıbaşının tavsiyesi "Germir Bağları" türküsüdür. İçinden, tam orta yerinden, "Yine yeşillendi Germir Bağları / Bakarım erimez dağların karı / Bergüzar yollamış ellerin yâri / Saçını boynuma dolar ağlarım" diye şeyler geçen türkü hani, bilirsiniz. O olmadı Kadıoğlu Zeybeği dinlersiniz. Kadıoğlu Zeybeği deyince bir lâhza duracaksınız; Zeybeklerin padişahıdır o zeybek havası!

Çok şükür, hâlâ yağıyor! Buna meteorolojik olay diyenin alnını karışlarım ben.

Aç o pencereyi aç; kar dolsun odana, yüzüne, eline, masanın üstündeki kağıtlara, kitaba, kaleme. Yüzüne kar değsin, tenine kar kristalleri konup usulca erisin.

Çık oradan artık, yola düş, dağları görebileceğin yere kadar git; gafletin zamanı mıdır, ibâdet saatidir.

Gökten melekler inmektedir.

Kar yağmaktadır.