Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Başbakan Erdoğan'ın o resmini yadırgadım: Elinde bir tişört, üstünde, "Harvard dad" yazıyor; "Harvardlı babası" demekmiş.

Harvard, dünyanın en iyi üniversitelerinden birisi; her baba, evladını oralarda okutmak ister; işin insâni tarafını gözardı etmeyelim, lâkin bir başbakanın icabında içi kan ağlaya ağlaya tutmak zorunda olduğu perhizler vardır. Evladınızı başka ülkelerin üniversitelerinde okutursanız, kendi ülkenizin üniversitelerinde okuyan çocuklara, onların ana-babalarına -istemeden bile olsa- "aklın ve paran varsa, benim gibi yap" demeye getirmiş olursunuz. Bir ülkede herkes için mübah bazı işler, yine bazı kişiler için "kerahatten" addedilir; bu da öyle işte.

Kabul edelim; birkaçı hariç bizim üniversitelerimiz, "yüksek lise". Üniversitelerimizin kalitesizliği, öyle birkaç YÖK kanunu ile düzelebilecek cinsinden değil; bizim üniversitelerimiz, hakikate karşı epistemik bir duruş sergileyemediği için bu hâl ile mâlul. Üniversite hoca demektir. Dolmuş şoförlerinin müşterilerine hitab ederken kullandığı cinsten hoca değil; bilhakkın Hoca! Bizde hoca yetiştirme meselesi, neredeyse hiçbir zaman ciddiyetle ele alınmadığı için mevcutlarla idare edip gidiyoruz. İddia ederim ki, dikta rejimlerinden kopya edilmiş YÖK kanunlarıyla bile netice almak mümkündür; yeter ki adam gibi hoca yetişme programı üzerinde ciddiyetle durulmuş olsun. YÖK meselesi tartışılırken genellikle, "siyasi iktidara karşı bağımsız" bir duruş hevesi dillendirilir hep. İçinde "hoca" yetiştiremediğiniz üniversite, velev ki herhangi bir siyasi iktidarın dümensuyuna girmiş olsun, ne fark eder ki? Liyakatla kazanılmamış bir hakkı kanunla bahşederseniz neticede bir başka imtiyazlılar sınıfı ihdas etmiş olursunuz. Böylesini gördük biz; öğretim üyelerinin kendisine hayrı dokunan bu uygulamalar, üniversitelerimizde bir irtifâ yükselişine medar olmadı; olamazdı. Uğruna mücadele verilmeden kazanılmış her hak, neticede "mış gibi" yapan aktörler çıkarıyor ortaya.

Çâre?

Çâre, imkânı olanın çocuğunu Harvard'larda okutması değil elbette; üniversite, aslında tiyatrocuların tiyatroyu tarif ederken söyledikleri gibi "iki kalas bir heves"le ortaya çıkarılabilen bir kurumdur. Çoğu zaman pahalı laboratuvarlar, şişkin araştırma fonları, ultramodern cihazlar gerektirmez bile. Bizde kalas çok, heves yok. Yani bizim Harvard, Sorbonne benzeri iyi üniversitelerimizin yokluğu para kıtlığından değildir, esasında epistemik duruş fukaralığındandır.

"E, başbakan ne yapsın; balık kavağa çıkana kadar beklesin mi yani?" denilirse, cevabı bence "evet, beklesin"dir. En zebun durumdaki vatandaşının hâli ne ise başbakanınki de öyle olmalı. Aynı misâl: Başlarını örttükleri için okuma imkânları elinden alınan binlerce genç kız sinir hastalığına müptelâ olurken Başbakan, kızlarını ABD'de okutmak kolaylığına kapılmamalıydı meselâ. Belki gaddarca bir akıl yürütme ama doğruluğunda ısrar ederim. Şu anda başörtüsü yüzünden kendi imkânlarını zorlayıp kırıp-sararak yurtdışında okumaya çalışan genç kızlara lâfım yok; benim de kızım olsa, belki varımı satar bu yolu zorlardım ama aynı şeyi başbakan yapamaz, yaparsa anlamı başka olur.

Bitmedi, her ciddi sağlık probleminde yurtdışına çıkıp dışarılarda tedavi olmayı tercih eden devlet adamları da aynı kapak içindedir; bu ülkenin tabiplerine güvenmeyenlerin ülke yönetiminde söz sahibi olmaya ne hakları olabilir; hele milyonlarca insanın başka seçeneği yoksa?

Karabudun'dan çıkıp başbakan olmak pek zor değil; örnekleri var; müşkül, "beyaz Türk" olmanın câzibesine aldırış etmeksizin hep Karabudunlu kalmakta.