Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Aklımı başıma getiren şey, Başbakan Bülent Ecevit'in, "Hapishanelerde devlet otoritesi kurmakta acze düşüyoruz." mealindeki cümlesi oldu; esasen gerçek durumun böyle olduğunu bilmekle, aynı şeyin bir Başbakan tarafından resmen ikrar edilmesi arasında mühim bir fark var.

O anda şöyle düşündüm: Hapishanelerde devlet otoritesi tesisinde acze düşen bir hükümetin sair alanlarda -tutarlı veya tutarsız olsun- bir "politika" izleyebilmesine ihtimâl var mıdır?

Gerekçesini, mimarlarının bile açıklamakta başarısız olduğu bir af kanunu daha çıktı; artık yaşama uzvumuz "esbâb-ı mûcibe"sini izahta zorlandığı metinleri de kanunlaştırabiliyor demek ki; böyle bir zaaf, "Meclis'in üstünlüğü" fikrini tartışılır hale getireceği için tehlikeli. Sonra şöyle düşünmekten kendimi alamadım; "Galiba biz, devleti ve devlet fikrinin ciddiyetini, bizatihi devleti yönetenlerden daha fazla ciddiye almakla kendimize haksızlık ediyoruz". Devlet fikrini ciddiye almak, benim için sadece gençlik devrinden kalma bir takıntı değil, meselenin bir de "medenî", yani bir medeniyeti tevârüs etmek, onu şimdiki zamanlarda sürdürebilmek cinsinden bir anlamı var. Devlet, bir topluluğun vücuda getirdiği en yüksek organizasyon; devlet cihazını kötü işleten bir topluluğun aynı zamanda medenîlik iddiasında bulunması ne kadar inandırıcı olabilir? Devletin hapishanelerde kamu otoritesi kurmakta acze düşmesi, şu an için siyâsî bir zaaf olabilir; ama benim gibi düşünenler için bu, aynı zamanda "medenî" bir inhitat mânâsına da geliyor.

Neredeyse bir haftadan beri "Bizim Kürtler Ne Düşünüyor?" başlıklı yazıya gelen e-mektupların ardındaki psikolojiyi anlayabilmek için uğraşıyorum. Çok bâriz bir tespitle karşılaştım: Mektup sahiplerinin çoğu beni (ve tabii benim gibi düşünenleri) devlet yanlısı olmakla suçluyorlar; daha nazik davranmayı tercih edenler ise, "Sizin hangi taraftan olduğunuzu anlayamadık." demekle yetiniyorlar. Kendime karşı samimi kalmaya çalışarak hangi "taraf"tan olduğumu öğrenmeye kalkıştığımda kendimi ve benim gibi pek çok insanın "iki arada-bir derede" kalmış olduğunu fark ediyorum. Devlet fikrini ciddiye almamak, siyâsî kültür itibariyle "kabile" seviyesine mıhlanıp kalmaktır. Devleti tenkid etmekle, onu siyâsî bir vâkıa, hatta bir düşman olarak kabullenmek arasında ciddi bir fark var; "Devlet fikrini çok ciddiye aldığım için devleti tenkid etmek ihtiyacını hissediyorum." cümlesinin mazmununu anlayabileceklerin sayısı giderek azalıyor bu ülkede; bunun ne kadar tehlikeli ve endişe verici bir siyasî erozyon olduğunun farkında mıyız?

E-mektup postalarken bile kimliğini saklayacak kadar "cesur" bir okuyucu bakınız ne diyor: "Şimdi de uyanan bu (millî) bilinci uyutmanın bir başka kılıflarını bulmaya çalışıyorlar. Yok modernite ile yüzleşecekmişiz, yok başınıza gelecekleri görecekmişiz daha neler. Her ne gelirse baş üstüne göz üstüne. Başımıza geleceklerin envai türlüsünü biz tanırız, biliriz. Siz bizim adımıza kafacıklarınızı yormayın." Alıntının öncesinde ve sonrasında daha galiz ifadeler de mevcut; ama temsil kabiliyetini mahdut gördüğüm için iktibas etmedim. Doğrusu böyle bir kafa konforunu bir geceliğine olsun edinmek isterdim. Böyle bir kafa konforuna sahip birisi için devlet kendiliğinden "karşı taraf" haline geliyor; benim gibiler ise, bu gibi hususlarda "kafacıklarını" yormaması gereken "devlet işbirlikçisi gürûhu"nu temsil ediyorlar herhalde. İşin daha garibi, mektup sahibinin uyanan "millî" bilinci savunmak için İslamî retoriğe başvurması. Ona anlatamıyorum ki muhtemel bir vâdede Kürtlerin modernite problemleriyle yüz yüze gelmesiyle vukû bulacak buhran sadece Kütleri ilgilendirmekle kalmaz, bütün milleti derinden etkileyecek çapta bir sosyal kriz doğurur. İki arada-bir derede kalmak dediğim şey bu işte: Devleti temsil eden en yetkili şahıs, "siyasetsizliğini" itiraf ederken, devleti hasım gibi öğrenerek yetişen bir nesil, Amerika'yı yeniden keşfedebileceği iddiasında. Halbuki aynı gemide yolculuk eden bir topluluğuz biz; tahlisiye sandalı olmayan bir gemi bu; hoşumuza gitse de gitmese de kaderimiz müşterek. Keşke aramızdan bazıları, "Başımıza geleceklerin envai türlüsünü biz tanırız, biliriz." diyebilecek kadar donanımlı olabilse idi. Artık anlamayacak mıyız: Hükümetin bile siyâset yapamadığı bu ülkede, "biz başımızın çaresine bakarız" dayılanmalarının ucuz edebiyattan başka hiçbir değeri yok. Bizim bir millet teşkil edişimiz, en azından işte bu zarûretten doğuyor.

Anlamak istemeyene anlatabilmenin başka yolunu bilmiyorum; doğrusu bu noktadan sonra kimin neyi, nereye kadar düşündüğünü de merak etmiyorum. Bu ülkede en âdil dağıtılan nîmetin "siyâsî akıl" olduğunda artık hiç şüphem kalmadı.

Kekeledim ve sustum!