Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bizim memleketin "yayla"sı yoktur çünkü bizim buraların her tarafı bizâtihi yayladır zaten; dolayısı ile biz yayla çocuğu olduğumuzu bilmeden yaşarız;

yazımız serin, kışımız daha "serin"dir ve bu yüzden olsa gerek biz "ortayaylalı"lar iklimi şerbet gibi tatlı ve latif tâtil beldelerinden, deniz sahillerinden ve dört mevsimine nârenciye çiçeği kokuları karışan mûtena yerlerden hazetmeyiz; tuhaf görünebilir ama biz üşümekten hoşlanırız. Şöyle düşünürüz; soğuğun çaresi var giyinirsin; sıcağın çaresi yok, soyunsan bile kâr etmez!

İşte bizim için "güzel" günler başladı; mevsim sonbahar; güneşin olanca parlaklığına rağmen ısıtamadığı, hava günlük—güneşlik zannıyla "zemheri zürefâsı" gibi yaz kılığıyla dışarı uğrayanların nevâzilden başlayıp gribal enfeksiyonlara kadar çoğalan bir çok asrî zaman hastalığına uğradığı yalancı yaz günlerinin başlangıcında biz ortayaylalılar, kışlık giyeceklerin saklandığı dolapları, çekmeceleri elden geçirmeye koyuluruz; hırkalar, kazaklar, süeterler, "selânik" diye adlandırdığımız el örgüsü yün fanilalar, çoraplar, ayak bileğine kadar uzanan iç çamaşırları, yelekler, atkılar, kasketler, bereler, montlar ceketler, pardesüler, yağmurluklar, şemsiyeler yavaş yavaş mûtad yerlerini almaya başlar. Yazlık kıyafetlerin saltanatı uzun sürmez buralarda; aslolan soğuktur.

İkindi üstü başlayıp akşam ezanına kadar huşûnetle hatırını saydıran rüzgâr, gün batımıyla yerini sükûnete terketse bile ağustos sonlarında bile ortayaylada hava enikonu soğuk olur. Böyle günlerde istesek bile kasım girmeden soba kurmaya, kaloriferi yaktırması için "yönetici"yi sıkıştırmaya yüz bulamayız; "ayıptır; daha kışın gelmesine, karın kapıyı bürümesine iki ay vardır". Ayıp neyse fakat en insaflı teşrifinde altı ay memlekete mihmân olan kış mevsimini iki ay önceden karşılamak, değme babayiğidin harcı değildir; yakacak her zaman pahalı bir metâdır buralarda.

Öyleyse gelsin kazak, gitsin battaniye; doğrusu böyle alasulu serinliklerde "tedbirli" davranıp sıkı giyinerek serinliğe dayılık etmenin bir başka lezzeti vardır; yünlü giyecekler, sobaya benzemezler; ne odun isterler, ne ateş. Onların ısıtma teorisi, vücud hararetini içerde tutmaktan ibarettir sadece. Eskinin el örgüsü, saf yapağıdan mâmul, insana bir zırh intibâı verecek ölçüde kalın yün işleri epeydir tarih olmasına rağmen makina işi "trikotaj" kışlıklar, şıklığı tartışılmaz kesimleri ile aynı vazifeyi seve seve görürler. Daimi bir iç ürpertisi ile gezinmeksizin, sonbaharın sarı serinliğinin tadını çıkarmanın hemen her yerde kendine mahsus bir zevki varsa da, yazı tez geçen yayla güzlerinin keyfini erbâbı bilir.

Akşam olduğunda güz serinliği, evin derûnunda daha hissedilebilir bir tarzda hükümfermâdır fakat mangallar da tarih olmuştur; evde ısınmanın sobasız usullerine müracaat olunur, "ayağını sıcak tut başını serin" sözü, böyle zamanlar için söylenmiştir; ıhlamur, çay ve sahlep ama illâ ki çay refâkatinde bir battaniyenin sıcak ağûşuna sığınarak iyi bir kitabın derinliğinde kaybolup gitmekten daha güzel ne olabilir ki? Battaniyenin sadece sağlığına aşırı derecede düşkün vehimli yaşlılar tarafından rağbet gören bir ısıtıcı olması bence yanlış kanaattir; ona sadece "yatak örtüsü" muamelesi revâ görmemiz haksızlık; battaniye kadar yarayışlı, kullanışlı ve pratik kaç ev eşyasına sahibiz ki?

Serinliğin, hattâ adamakıllı hırpalayan kuru ayazlı havaların bile kendisini özleten bir câzibesi var; yaz aylarında kır gezisine çıkmak herkesin harcı. Peki, rüzgârlı, hatta yağışlı bir havada iyice giyinip kuşandıktan sonra bir park kuytuluğunda veya yeşilini çoktandır selâmetlemiş tenha bir kırlıkta sıcak termos ve yağlı kâğıda sarılmış mutfak işi "düremeç"lerle açık havanın tadını çıkarmanın keyfini kim biliyor? Hayatın sâde lezzetleri, çoğu kere az yürünmüş patikalarda çıkıveriyor karşımıza. Zamanın her ânı güzel ve ne kadar küçük olursa olsun her güzellik, küçük şahsi gayretlerle çoğaltılabilir bir esnekliğe sahip değil mi?

Rüzgârın pencerelere hışımlı bir kırbaç öfkesiyle saldırdığı, kurşunî gökyüzünün kara bulutlarla ağırlaşarak yağmur olup püskürdüğü kasvetli saatlerin güzelliğini farketmek, belki özel bir dikkat ve kabiliyet gerektiriyor; iyice kurumuş bir dilim ekmeği çay bardağına bandırıp yemenin, yapraklarını "emr—i Hak" üzre dökmüş bir ağacın dallarının karmaşık geometrisi üzerine düşünmenin, yorgun kalabalıklarla dalgalanan kaldırımlardaki herbiri diğerinde farklı çehrelerin "enstantane" görüntüleri üzerinde anlık yorumlar türetmenin güzelliği, belki de sadece sizin tarafınızdan farkedilmeyi bekliyordur; mânâ, çerçeveye göre değişebilir, en alelâde düşünceler bile hiç umulmadık yerlerinden kıvılcımlanarak daha yüksekte duran başka anlam tabakalarına geçirebilir hepimizi; bakmakla görmek arasındaki fark gibi...

"Polyannacılık" oyunu küçümsenmemeli; mutluluk çoğu zaman, sahibi tarafından inşâ edilmeyi bekleyen şirin bir dağ kulübesidir.