Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Radyo Televizyon Üst Kurulu Kanunu'nda yapılması beklenen değişiklikler, bugün ülkeyi yönetenlerin nasıl bir Türkiye istediğini gösteren çok ilginç bir niyet belgesi olarak da yorumlanabilir. Ne var ki elyevm, sözü geçen kanun tasarısından daha vahim bir niyet gösterisi ile karşı karşıyayız; herkes pekala farkında ki bu tasarı, pratikte Türkiye'de radyo televizyon yayıncılığını güçlü sermaye kuruluşlarının inhisarına terk ediyor ve bu kuruluşların finanse ettiği yayın organlarında yeni tasarının ne kadar faziletli olduğunu ispat için döktürülen yorumlar artık mide bulandırıcı bir samimiyetsizlik derekesine kadar düşmüş durumdadır. Yürürlükteki kanunun bir kişiye bir televizyonda yüzde 20'den fazla hisse sahibi olamayacağını emreden hükmü "mecburi hülle" benzetmesi ile yerden yere vuruluyor. Hiç inandırıcı olmayan bir şeffaflık edebiyatı ile büyük sermayenin bir televizyonun tamamına tek başına sahip olabileceğini öngören yeni hüküm, aynı derecede samimiyetsizlik kokuları neşreden bir üslupla eleştirilmekte. Diğer yandan 15 Aralık'ta yapılması gereken frekans tahsis ihalesinin ertelenmesi alkışlanıyor; şimdiye kadar sonuçlanan ihalelerin iptal kararı ise övülüyor.

Biz nice yıllar boyunca TRT tekelinin hakim olduğu bir iletişim atmosferinde yaşadık. Aynı kalemler TRT ekran ve mikrofonlarında milletin temel değerleriyle alay edildiğinde TRT taraftarı idiler; sonra mevzuat yetişmediği için bazı özel televizyonların korsan statüsünde yayın yaptığı demler geldi; aynı kalemler bu defa kesif bir hürriyetçilik edebiyatıyla çok sesli toplumdan yana tavır aldılar ve TRT tekelini insafsızca hırpaladılar. TRT'yi savunurken ne kadar samimiyetsiz iseler, TRT'yi, devlet tekelini, kamu teşebbüslerini hırpalarken de aynı derecede samimiyetsiz kaldılar. Daha sonraları tv yayıncılığında yeni bir dönem başladı: Milletin değerlerine hürmetkar kuruluşlar da bu sektörde yer tutarak izlenme oranları pastasından mütevazı dilimler almaya başladıklarında hürriyetçi nutuklarını unutarak "aman da bu şeffaflık ne kadar güzel bir şeymiş" teranesiyle küçük balıklara efendileri adına köpekbalığı gibi davranmaya başladılar.

Hayır, bu "çifte standart" filan değil; daha garip ve şüphesiz daha aşağılık bir tavır.

Bu kalemler, bu isimler eminim ki, patronları ertesi gün farklı bir kanaat edindiklerinde bu defa yeni kanaatlerin savunuculuğunu yapmakta bir an tereddüt geçirmeyecek, tenakuza düşmekten çekinmeyeceklerdir. Çünkü bunlar, Osmanlı'nın "fikri meslek" diye tabir ettikleri anlamda bir fikriyatı taşımaya müsait bir karakter metanetinden yoksul kişiler. Türkiye'nin talihsizliğidir ki bu isimler hala "fikir adamı, fikir sahibi" muamelesi görmenin imtiyazıyla itibar bulabiliyor. Bu kanun tasarısından daha elim, vahim, ürkütücü hakikat işte budur. Bunların fikri tutarlılık diye bir endişesi yok; hiç olmadı. Bütün ömürlerince "güç"e perestiş etmişlerdi, şimdi de aynı şeyi yapıyorlar.

Şeffaflık edebiyatı yapmak kolay; bunlardan kaçının hakikaten şeffaf davranmaya ve görünmeye cesareti var dersiniz? Saklanamayacak kadar büyüyenlerin, "bırakalım saklanıp gizlenmeyi; yiğidin malı meydanda gerek" diye efelenmelerinden daha tabii ne olabilir ki?

Türkiye'de güç oyunu artık açık kartla oynanıyor; güçlüler artık iskambil destesinden kağıt çekmeye bile tenezzül etmiyorlar; daha zarlar atılmadan gürlüyorlar: "Biz kazandık!" Bu arada en acınması lazım gelen topluluğun kim olduğunu aşikarane görünmeye başladı; hesaplarını "fikir en büyük kuvvettir" üzerine kuran entellükteül takım, "kuvvet en büyük fikirdir" cümlesinin kaba gücüne yenik düştü. Bu şahsiyet imtihanında fikir mücadelesine inananların izzeti pay ü maldir bugün. Fikirler, niyetleri gizlediği ölçüde kullanışlıydı; ama hal-i hazırdaki fikir perişanlığı, fikir mücadelesi yapmak için gerekli zihni atmosferin henüz yeterince oksijen barındırmadığını gösterdi.

Görünenden ve hissedilenden daha ağır müeyyideler getiren bir "kanun devleti" iklimi içinde yaşayabiliriz; nefse ne kadar giran gelse de yakında sağduyunun hakim olacağı inancıyla bu kaba kuvvet gösterilerine karşı tahammülkar davranabiliriz; ama zedelenen fikir iffeti kendi hasarını telafi edemez. Sayfaları, ekranları kaplayan "oh ne iyi oldu, az bile" yorumları aslında bir milletin başına gelebilecek en feci şeydir. Kara gün kararıp kalmaz; uzak veya yakın arayla her toplumda bir gün sağduyu avdet eder; ama yitirilen fikir namusu bir daha ele geçmez.

Bundan bir vakit sonra yaşadığımız son bir yılın gazete kupürlerini gözden geçiren ilim ve fikir adamları (tabii eğer kalırsa) eminim ki gözlerine inanamayacaklar; bugünlerin Türkiye'sini anlamakta zorlanacaklar; ama hüküm verirken güçlük çekmeyecekler. Her şey o kadar aşikar ki; belki gerçek durumu farketmemizi engelleyen faktör işbu aleniyettir. Bazen en ortalıkta duran şey, en son fark edilir.

Tarih şahit olsun, biz bu devrana muhalifiz; öyle bilinsin ve kayda geçirilsin.