Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Kapalıçarşı'yı bilmeyenimiz yok.

Yerli-yabancı her turistin yolu bir şekilde düşer buraya; sayısını bilmediğim kapılarının birinden girer ötekinden çıkarlar. Her gün onbinlerce insan akar bu eşsiz çarşının damarlarından. Biz işimize bakalım: Yandaki fotoğraf, Kapalıçarşı'nın Nuruosmaniye Camii tarafına bakan kapısını gösteriyor; önce fotoğrafı dikkatlice inceleyiniz, imtihan soruları bu fotoğraftan çıkacak çünkü...

Süre bitti; ne gördünüz? Bakalım baktıklarımızla gördüklerimiz aynı mı?

1- Yüksek kemer boşluğunda altın yaldızla süslü, fiyakalı bir Osmanlı arması var. Sizce güzel mi, yakışmış mı, yerini bulmuş mu, ne mânâya geliyor?

Konumuz bu değil ama yeri gelmişken fikrimi söyleyim: Osmanlı arması, daha dün denilebilecek bir tarihte icad edilmiş (Resmî kabulü 1882) Batılı tarzda bir düzenlemedir; fena halde Batılı izler taşır, rüküştür, grafik değeri bakımından kalabalık ve karmaşıktır. Bana göre yeri de burası olmamak gerekirdi ama vaktiyle konulmuş. Son zamanlarda yükselen Osmanlı hayranlığı çerçevesinde bu arma olur-olmaz yerlerde görülür hale geldi. Osmanlılar, klasik devirlerinde siyâsî hâkimiyet sembolü olarak padişah tuğrasına itibar etmişlerdir. Modernleşme zamanlarında bir devlet sembolü ihtiyacı belirince bu arma ile ihtiyaç giderilmişti. Geçiyoruz.

2- Armanın hemen altında koyu neftî yeşil zemin üzerine altın varakla iki satırlık celî tâlik türünde bir kitâbe görüyoruz. Evvela okuyalım: “Ziynet efzâ-yı makam-ı muâllâ-i hilâfet-i İslâmiyye ve erîke pirâ-yı saltanat-ı seniyye-i Osmaniye; Sultan ibn'üs-Sultan'üs sultan el Gaazî Abdülhamid Han-ı sânî hazretlerinin cümle-i müessir-i umrân küsteri hümâyunlarından olmak üzere işbu çarşu-yı kebir binüçyüz ondört sene-i hicriyyesi Rebiülevvelinde müceddeden tamir olunmuştur.” İmzâ yerinde sadece “Sâmî” okunuyor.

Burada biraz soluklanalım, çünkü mevzûbahs olan Sâmî, son devrin mübalağasız en büyük hattatlarından biri, belki birincisiydi. İşte bu iki satırlık tamirat kitâbesi, 1896'da Kapalıçarşı'nın geçirdiği büyük tamirattan sonra Sâmî Efendi tarafından kaleme çekilen yüksek bir sanat eseridir; hele Sâmî Efendi'nin çarşının Fesçiler Kapısı üzerinde hâlâ hayranlıkla seyrettiğimiz “El Kâsibu Habibullah” kitâbesi, celî talikin şâheseri addolunuyor.

3- Terimiz soğudu, artık fotoğraftaki üçüncü unsura geçebiliriz, yani hemen alttaki kapı kemerinin üzerine, muhtemelen pirinç harflerle yazılıp çakılan o muhteşem (!) Kapalıçarşı yazısı. Kemerin eğimine uygun olarak sağa ve sola yerleştirilen “Grand Bazaar” kelimeleri de yukardakiyle aynı soydan olmakla birlikte biraz daha küçük kesilerek kapıya vidalanmıştır.

Ne zaman bu kapının altından geçecek olsam, karşısına geçer seyrederim; benim gibi yapanlar çoğunlukla Sâmî Efendi'nin soluk kesecek kadar güzel iki satırını seyrederler ve hemen altındaki o çirkin o şekilsiz, o yersiz ve münasebetsiz Kapalıçarşı yazısını görmezler bile.

Halbuki ibret olsun diye seyretmek gerekir; hattâ İstanbul'un bütün turist rehberleri, gezdirdikleri misafirlere bu kapıyı gösterip, “Üstteki yazı Osmanlı hattının şâheserlerindendir, Osmanlılar yazınca işte böyle yazarlardı; alttaki Latin alfabesiyle yazılmış yazı ise Cumhuriyet devri zevkinin Kapalıçarşı'ya katkısıdır. Bakın ve anlayın ki biz nerelerden nerelere gelmişiz” diye açıklama yapsalar yeridir.

Kezâ yazı öğrenmeye başlayan ilkokul öğrencilerine de bu fotoğrafı göstermenin isabetli olacağını düşünüyorum.

Sebebini izah edeyim.

BU YAZI ‘TİPSİZ’ OLABİLİR Mİ?

Bizim eski yazımız, tâbir-i mahsus ile “İslâm Yazısı”, fevkalâde güzel, kaleme gelir, istife müsait ve plastik imkânı yüksek bir yazıdır ve bu imkânları itibariyle Latin alfabesi ile mukayesesi bile mümkün olmaz. Zaten konumuz eski yazıyı övmek değil, kullandığımız Latin alfabesinin bile hakkını verememektir.

Latin alfabesi, İslâm yazısı ile kıyaslanmaz ama yine de bu alfabe ile sanatlı ve eli-yüzü düzgün yazmak mümkündür. Muhtemelen çoğunuzun bilgisi var; okuduğunuz bu yazı, kimliğini bile bilip merak etmediğimiz bazı sanatçılar tarafından endüstriyel kullanım için tasarlandı, güzel bir biçim verildi. Bu sanatçılara “Typograph”, sanata ise Tipografi adı veriliyor. Baskı yoluyla ve endüstriyel maksatla çoğaltılabilen bütün yazılar tipografiye giriyor. Tipografların düzenlediği harf, rakam ve işaretler takımına ise font adı veriliyor. Bilgisayarlarda bedava kullandığımız yüzlerce font türünün her biri kendince bir sanat eseri. Batı âleminde tipografinin tarihi Gutenberg'e kadar uzanıyor ve ondan bu yana 100 bini aşkın font türünden söz edilebiliyor. Tipograflar, tasarladıkları harf takımına (Font) kendi isimlerini veya bir şehir veya ülke adı veriyorlar. Bilebildiğim kadarıyla bizim font alemine şimdiye kadar yapabildiğimiz bir katkı yok; bir Türk fontundan söz edemiyoruz, sadece başka sanatçıların tasarladığı fontlara Türkçe karakterler ilâve edebilme imkânımız var.

Aslında bir Türk fontu olması şart değil ama fontları doğru ve güzel kullanmak şart; medenî ve mübrem bir ihtiyaç. Bizim harflerle ve fontlarla ilişkimiz sadece tüketicilikle sınırlı değil, fontları çok kötü kullanıyoruz. Fotoğrafta görülen yazı bunun bir örneği. Gazete ve dergilerde, basın dünyasında, televizyonlarda artık iyi yetişmiş grafiklerler istihdam ediliyor ve grafikerler genellikle iyi iş çıkarıyorlar ama ne yazık ki etrafımız buna rağmen birbirinden çirkin tabelalar, yazılar, reklam panoları vesaire ile dolu. Küçük esnafımız olsun, resmi dairelerimiz olsun bir yazının güzel olabileceğinden habersiz kimselerin verdiği kararlarla göz zevkimizi bozuyorlar.

Okul ve sokak isimlerini gösteren tabelalarda son zamanlarda sade ve güzel düzenlemeler görüyorum ama diğer resmi kuruluşların isim yerlerinde hâlâ pirinçten dökme harflerin yan yana çakılmasıyla elde edilen kötü kompozisyonlardan geçilmiyor. Bunların en göz önündeki örneği ise Başbakanlık binası içinde, yabancı misafirlerle birlikte basın açıklaması yapılırken kullanılan beyaz kürsü üzerindeki “Başbakanlık” yazısıdır; burada da bir pirinç harf fecaati ile karşı karşıyayız. Eğer bir grafiker elinden çıkmış olsaydı, en azından harf aralıklarını (Espas) düzenlemek yoluyla daha iyi bir görüntü kazandırabilirdi fakat kürsü üstündeki yazı, bu haliyle biz Türklerin tipografiye, grafik sanatlara, yazı güzelliğine karşı gösterdiğimiz lâkaydinin, laubâliliğin göstergesi gibidir. Öyle ki her görüşte yüzüm kızarıyor desem yeridir.

Bu konuya haftaya devam edeceğim nasipse; eğer harf ve yazı güzelliği ile cidden ilgilenenlerden iseniz bu hafta içinde Simon Garfield'in kaleme aldığı “Tam Benim Tipim” isimli kitabı gözden geçirmenizi tavsiye ediyorum. Domingo Yayınları’ndan çıkan bu kitap, bildiğim kadarıyla Türkçe'de benzeri olmayan çok eğlenceli ve öğretici bir kitap, Fotoğraftaki Kapalıçarşı yazısına gelince... En iyisi söküp atmaktır; o mekânın Kapalıçarşı olduğunu öğrenmek için üstüne adını yazmaya gerek yok. Kürsüdeki Başbakanlık yazısını ise acilen yeniden tanzim etmek lâzım; dünyaya rezil oluyoruz çünkü.