Madem yüzme bilmezdin, niye çıktın kavağa?

Aklım ve sağduyum, hükümetin İmralı aracılığı ile Kürt meselesine çözüm arama yaklaşımını desteklemek gerektiğini söylüyor; nitekim daha önceleri fiyaskoyla biten Habur teşebbüsünü esas itibarıyla doğru bulduğumu belirtmiştim.

Mevcut siyasi tabloda ne türlü aritmetik varyasyonlar yapılırsa yapılsın, bu riskli irâdeyi gösterecek başka heyet çıkmaz, hepimiz farkındayız bunun. Devlet dediğimiz cihazın terörle mücadelede fasit daireye düştüğünü gördükten sonra en iyisi, meseleyi eskilerin tâbiriyle “usûlet ve suhûlet”le çözmeye çalışmak. Bugün devletin dümeni, hangi partiye emanet edilirse edilsin önünde fazla tercih yok ama...

Hissiyatım, “Bir dakika ama” diyor:

Eruh baskınından bu yana hükümetler, politikalar ve yaklaşımlar, bürokratlar değişti; hatta otuz sene önce yeni mezun teğmenler, polis memurları emekliye ayrıldı; devlette süreklilik gösteren tek şey “devlet” kavramının ve cihazının kendisi.

Bu süre zarfında, vaktiyle şahsen çok ciddiye aldığım “devlet aklı” (yani hikmet-i hükûmet) diye bir şeyin olmadığını gördüm, anladım. Eğer devlet aklı diye bir şey varsa, otuz sene zarfındaki 180 derecelik strateji manevrasını izah edemez, dili tutulur. Bunun adı, “Pilâv olmadı, lâpa”dır. Devlet aklı diye buralardan yüceltip durduğumuz şey, Milli Güvenlik Konseyi’nde bir araya gelen çoğu general, azı bürokrat ve siyasetçi bir avuç adamın korku ve öngörülerinden müteşşekkil basiret çabalarından ibaret.

Otuz sene önce adı Apo’ydu; biz bu kelimeyi, Kürtçedeki “amca” mânâsıyla değil, adamı tasgir, aşağılama kısaltması olarak benimseyip kullandık. Sonra devlet “çetebaşı, bölücübaşı” unvanı verdi, TRT yıllarca bu sıfatları kullandı (artık vazgeçti), şimdi sadece adı ve soyadı ile tesmiye olunuyor ama Parlamento’da ona “Sayın Öcalan” diye hitab eden hayli milletvekilimiz var.

Apo dün, devlet burslusuymuş, sonra yarım porsiyon MİT çalışanı olduğuna dair ciddi söylentiler duyuldu, ardından 15 sene, Cumhuriyet tarihinin en kanlı ve ciddi isyanını yurtdışından yönetti. Pek istemesek de ABD’liler tarafından paketlenip bize teslim edildi, 13 yıldır İmralı’da, Cumhuriyet’in en aziz mahkûmu olarak ihtimam görüyor (Şeyh Said’i hatırladım ister istemez ve Öcalan dindar bir figür olsaydı, isyancılık kariyeri bu kadar parlak geçer miydi diye düşündüm!) ve bugün bu adam MİT müsteşarının muhatap alarak uzun uzadıya konuştuğu ve devlet adına barış teklifi ilettiği çok önemli bir siyasi lider durumunda.

Kendinizi Öcalan’ın yerine koymayı denediniz mi hiç; hayatının zirvesinde şu anda. Sinema diline uygun, romanesk, hatta destânî bir hayat hikâyesi. Yeri gelmişken buradan bütün politik biyografi yazarlarını kınamama müsaade edilsin; Otuz yılımıza damga vurmuş, bazı başbakanlardan bile daha etkili bir figürün, ciddiye alınır bir biyografisi kaleme alınmamıştır. Kamuoyu Öcalan’ı tanımıyor bile; muğlak ve nâtamam bir görüntü hakkında konuşup duruyoruz (Peki, devlet tanıyor mu derseniz, benim hiç itimadım kalmadı artık!)

Öcalan kariyerinin doruğunda, devlet aklı ise zaruret halinin kuytuluklarında mahcup; önündeki dosyada kaybedilmiş çeyrek asır, on binlerce can, dehşet tutarda kaynak kaybı ve psikolojik yenilginin ağır faturaları duruyor, en acı kalem ise şehit ailelerinin âhı. “Madem yüzme bilmiyordun, niye çıktın kavağa?” demezler mi bu devlete?

Eğer bu teşebbüs başarılı olursa, cumhuriyete yeni bir numara vermek şart olur. Mızıkçılık yapmıyorum, barış yolunu ve hükümetin yaklaşımını destekliyorum; benim nazarımda mağlubiyet gibi görünse bile...


Kaynak (Arşiv)