Mağlubiyetler öğreticidir

Balkanlarda yenilen Osmanlı ordusu, belki de yakın tarihin –nisbeten- en güçlü, en donanımlı ordusuydu. O günlerde de ordu bütçesi, meclisin denetimi dışında tutuluyor, bütün partiler orduya yapılan yatırımları destekliyordu. Ne var ki, maddî şartlar itibariyle, savaştığı ülke ordularına göre hayli iyi durumdaki ordunun bünyesi hastalıklıydı.

II. Meşrutiyetle başlayan çok partili hayat, pratikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) Meclis’te ve özellikle ordu içinde rakipsiz kalmasına sahne oldu ama iki yıl geçmeden ordu içinde Halaskâr Zabitan adıyla “Muhalif” bir komita oluştu. Halâskârlar, İTC’den çok muhalefetteki Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na yakın durum almıştı. Zabit sınıfının tamamı, İttihatçı ideolojiyi paylaşmıyordu; bu zıtlık felâketle sonuçlandı ve parti çekişmesi önce subayları sonra da askerî birlikleri sardı. Durum kabaca şöyle özetlenebilir: Hürriyet ve İtilâf yanlısı yüksek rütbeli paşa ve zabitler padişah ve hilâfet otoritesine geleneksel bağlılık içindeydiler, buna mukabil genç zabitler ise İTC taraftarıydı.

Ordudaki siyasi gerilimin elle tutulur bir vechesi, o günlerde henüz binbaşı rütbesini taşıyan Mustafa Kemal Bey’in de içinde olduğu önemli bir anlaşmazlığa yansımıştır. Hadise, birbiriyle koordineli savaşması gereken iki birliğin, komuta hatâsı yüzünden birbirinden kopuk muharebeye girerek sonuçta başarısız olmasından kaynaklanmıştır. Harp planına göre, Gelibolu yarımadasında mevzilenen Enver Bey’in birlikleriyle Ali Fethi ve Mustafa Kemal Bey’in komuta ettiği birlikler koordineli olarak Bulgarlar üzerine hücum edecekti. Mustafa Kemal-Fethi kumandasındaki birliklerin erken hücumu yüzünden plan başarısız oldu. Bu mesele yakın tarihimizde ihtilâflıdır ve Cumhuriyet döneminden sonra yakın tarihin “düzeltilmesi” gayretleri içinde resmî tarihçiler, Enver Bey’in koordinasyonu bozduğunu ileri sürerler. Cephe kumandanı Mahmud Şevket Paşa mağlubiyetle sonuçlanan bu çatışmayı yumuşaklıkla kapatmak yolunu seçmişti. Çatışmanın yakın sonucu, cepheyi tutan ordumuzun General Stilian Georgiev Kovachev komutasındaki Bulgar 4. Ordusu’na yenilmesi ve Bulgar birliklerinin Dimetoka ve Edirne’ye girmesi oldu. Mustafa Kemal ve Fethi Beylerin, kısa süre sonra askerî diplomat ve ataşe olarak geri hizmet sayılabilecek Sofya’ya tayinleri, bu ihtilâfa bağlanır; fakat Atatürk biyografilerinde bu hususa pek değinilmez.

Harbin ikinci safhasında, müttefiklerin zaaflarından istifade edilerek Edirne geri alınmışsa da Avrupa’daki Osmanlı varlığı artık Trakya yarımadasından ibaretti. Mağlubiyetin akabinde perişan yığınlar halinde İstanbul’a ulaşabilen Rumeli Türklerinin hali de duyulan öfke ve acıyı artırıyordu. Bu atmosfer içinde Balkan mağlubiyeti, askerî ve siyasî boyutlarından çıkarak, hemen herkesin yakından hissettiği ve yüz yüze kaldığı ağır bir trajedi tesiri uyandırmıştı. Neticede mevcut Osmanlı toprağının üçte biri ve 24 milyon nüfusun 5 milyonu kaybedilmiş, Türk şerefi, cesaret ve kahramanlığı da bir anda çöküvermişti. Harbin en karanlık günlerinden birinde Bâb-ı Meşihât’in bütün mekteplerde talebelere 4444 kere okutulması dileğiyle “Allahümme salli salâten kâmileten ve sellim selâmen tâmmen âlâ” duasını göndermesi, psikolojik yıkıntının boyutlarını anlatır bize.

Osmanlı Devleti’nin büyük Balkan bozgunuyla çöktüğü, çok paylaşılan bir görüştür çünkü Rumeli’yi Osmanlılar “Devletin akciğeri” olarak görüyorlardı. Balkanların kaybıyla sadece askerî mağlubiyet ve toprak kaybı yaşanmadı, Osmanlılık ideali fiilen iflâs etti; devleti asırlardır besleyen beşerî kaynakların kökü koptu. Türkiye’de ilk Türkçü ve milliyetçi fikirlerin yayılması, bu meyanda Türk Ocakları’nın kurulmasının hemen Balkan Harbi ertesine rastlaması tesadüf değildir. Rumeli’ni kaybetmek, fiilen ve fikren Anadolu’ya çekilmek demekti ve İstiklâl Harbi’nin temel fikrini bu ideal teşkil etmiştir. Türk devleti artık büyük değildi ve Rumeli olmaksızın bir imparatorluk fikriyatını takip etmek fiilen imkânsızdı.

Balkan faciasının bize şimdilerde çok uzak gibi görünen sonuçlarından biri de “Avrupa Müslümanlığı”nın gerilemesi, 1. Cihan Harbi’nden sonra Anadolu’da güç belâ tutulan yeni devletin İslâm’a karşı serin ve mesafeli bir duruş almasıydı. 20. yüzyılın sonraki üç çeyreğinde İslâm bu yüzden bir savunma ve barınma melcei olarak yoksul, yorgun, yenik ve çevreye savrulmuş büyük kitlelerin tesellisi oldu.

Zaferler kutlanır; mağlubiyetler ise mutlaka hatırlanmalı ve üzerinde düşünülmelidir. Bugünün Türkiye’sini önemli oranda Balkan bozgunu ve Rumeli’nin kaybı belirlemiştir.


Kaynak (Arşiv)