Mâna, vuzuh ve lisân

Şüphesiz ki bir insan, ömrü boyunca hiç felsefe kitabı okumamış olsa da gündelik hayatın gereklerini yerine getirmek açısından bir eksikle karşılaşmıyor ama bu, o kişinin felsefeyle hiç ilgilenmediği anlamına gelmiyor:

"Ben neyim ve kimim, nereden gelip nereye gidiyorum, neyi, ne kadar bilebilir ve anlayabilirim; benimle diğer varlıklar arasındaki ilişkinin tabiatı nedir?" gibi sorular, felsefe diliyle formüle edilmemiş olsalar bile —şöyle veya böyle— cevabı bulunmadıkça insanı terketmeyen merak unsurlarıdır.

Felsefe kitapları standart kitap okuru bakımından sevimsizdir; felsefeciler kendi aralarında husûsî kavram ve tâbirlerden örülmüş özel bir lisanla konuşmayı seviyorlar; bu tercih, felsefeye konu teşkil eden meselelerin daha anlaşılır bir lisanla ifade edilebileceği gerçeğini örtmüyor ama yüksek şeylerin ancak yüksek bir lisan ile ifade edilebileceği de gözden nihân edilmemeli; burada paradoksal bir durumun varlığına dikkat çekmek gerekir. Ünlü Amerikan Anarşist filozoflarından Thoreau, "basitleştirin, basitleştirin ve basitleştirin" derken ne kasdediyordu? Thoreau'nun çok bilinen ve okunan yazıları, sıradan gazete okuyucusunun içine rahatlıkla girebileceği kadar "basitleştirilmiş" metinlerdir ama tâbirin o âmiyâne karşılığı ile "basit" şeylerden ibâret değildir.

Bir metin niçin anlaşılmaz

Bana öyle geliyor ki hiçbir felsefî fikir, gazete okuyucusunun anlayamayacağı kadar yükseklerde pervâz etmiyor. Terence'in, "Ben insanım ve insânî olan hiçbir şey bana yabancı değildir" sözü, —belki cehaletimden olsa gerek— bende hep cesaret verici bir etki uyandırmıştır; anlamakta güçlük çektiğim bir metinle karşılaştığımda hep şöyle düşünürüm:

1— Metni anlamak için gerekli ön bilginin câhili olabilirim; ki bunlar genellikle mühendislik, matematik ve fizik gibi sembollerle konuşan, o dalda ihtisas yapanların zaten bildiği müşterek mütearifelere sıkça atıfta bulunan teknik metinler veya tıp gibi Lâtince isim ve fiillere sıkça müracaat eden metinlerdir. Bu gibi ihtisas sahalarında hususi jargon kullanılması, meslektaşlar arasında haberleşmeyi kolaylaştırmak veya evrensel bir ifade kolaylığı sağlamak maksadına yönelmiş olabilir ve bu bakımdan saygıyla karşılanmalıdır. Ne var ki mesleki jargon kullanmak, bizde olduğu gibi her nevi ihtisasın gereğinden fazla abartıldığı ülkelerde rahatlıkla "gizli dil" yani argo veya statü işareti olarak tercih edilebilmektedir. Bu çerçevede ilaç prospektüslerini örnek olarak inceleyebiliriz: ilaç kutularının içindeki prospektüs bilgilerinin iki tür okuyucusu vardır: İlki tıp adamlarıdır ve eğer okuyucu kitlesi sadece tıp adamlarından ibaretse kullanılan dili tenkid etmek gereksiz olur. Ne var ki prospektüste o ilacı kullanan kişilerin de bilmesi gereken bilgi ve ikazlar varsa, her iki okuyucu kitlesine aynı dille hitab etmek züppelik anlamını kazanır.

2— Yazar, metni inşâ ederken "sıradan insanlar anlamasın" diye özel bir gayret sarfederek metni anlaşılmaz hale getirmiştir. Böylece, yüksek şeylerden bahseden bir yazar intibaı vererek —irâdî olarak davranmasa bile— sıradan okuyucu nezdinde yılgınlık yaratmayı gaye edinmektedir. Mesela ünlü Rönesans hezarfeni Leonardo Da Vinci'nin sadece kendisi ve birkaç çırağı tarafından okunabilen hususi bir alfabe icat ederek gizleme endişesini ayyuka çıkardığını herkes bilir. Burada yazarın ehliyetsizliği mevzubahis değildir; yazar kapalı ifadeyi tercih ederek ya kanundan kaçmakta, ya gereksiz tenkidlerin önünü kesmekte, ya edebî bir sanatın değirmenine su taşımaktadır.

3— Yazar konuyu bilmemektedir zira anlaşılmazlık (veya karışıklık mânâsına denk gelen "haşviyat") çoğu kere bilgisizlikten doğar. Konuya tam hâkimiyet, Thoreau'nun ikazına gerek kalmadan yazarın meseleyi olanca sâdeliği ile anlaşılır tarzda düzenlemesini intâc eder. Burada sözü edilen bilmemezlik, bilginin eksikliği hakkında tam bir şuur hali değildir, yazar bilmediğinden habersiz olduğu için inşâ ettiği metin, anlamayı mümkün kılacak basitlik seviyesine asla yükselemez.

4— Yazar, anadilini bilmemektedir; anadil hakkındaki bilgi ve tasarruf eksikliği diğer bilgisizlik türlerine benzemez zira bizzat teşhisi çok zordur ve ülkemizde diğer bilgisizlik türlerine nazaran en sık rastlanan cehâlet vakalarındandır.

Mânâ herkes içindir ama...

"Cehlin ol mertebesi sehl olmaz" sözü ile Lâtinlerin "difficilites nugae", yani "zahmetle tertib edilmiş saçmalık" sözü arasında ne kadar büyük bir yakınlık var; demek ki bir şey üzerine hayli emek vermek, her zaman onun fethi, yani açılması mânâsına gelmiyor. Mânâ, normal şartlar altında bilinebilir ve anlaşılabilir bir mâhiyet taşır: Akl—ı selîm veya sağduyu dediğimiz şey, mânânın normal şartlar dairesinde herkes tarafından fethedilebileceğine duyduğumuz inancı yansıtır. Derler ki "anlatmak için evvelâ bilmek lâzım"; bilmekle ifade etmek sanki birbirinden ayrı şeylermiş gibi görünür bu sözde. Halbuki bilgi, kendi sistematiği ile bilgidir ve birşey hakkında bilgi sahibi olduğumuzda onun sistematiğini de öğrenmiş oluruz. Sistematik ise vuzuhtur; vuzuh, akl—ı selimin işleyebileceği vasatı hazırlar. Kendi sistematiğinden mahrum bilginin perişan ve anlaşılmaz bir görüntü vermesi tabiidir.

Mânâ, herkes içindir ve yeterince sâdeleştirilmiş hiçbir olgu, insanın istiâbından daha yücelerde olamaz. Esâsen fizik, matematik, mühendislik gibi teknik dalların esasında bile yeterince sadeleştirildiğinde herkesin anlayabileceği ve âşinâsı olduğu müteârifeler yer alıyor.

Kem âlât ile kemâlât olmaz

Günümüz Türkiyesi'nde herhangi bir metni anlaşılır olmaktan çıkaran en vahim husus, tasarruf ettiğimiz müşterek lisânın mühim bir zaaf içinde bulunmasıdır. Gazete okuyucusunun ihtisasa büyük hürmeti vardır ama tasarruf edilen lisanın ihtisas çapında bir gayretle anlamayı ve anlatmayı kolay ve mümkün kılacak bir yapı teşkil ettiğini kabullenmek istemez. Ortalama okuyucu gündelik hayatta kendisine lâzım olan kelime vokabüleri ile herşeyin ifâde edilmesini taleb ederken haksızdır. "Anlamadığımız kelimeler var, bir yazıyı okurken lugâte bakmaya mecbur muyum?" sızlanması yanlıştır. Akl—ı selim veya sağduyuyu faal hale getiren vuzuh, derûnunda sağlam yapılı bir lisânın varlığından kuvvet alır. Bir lisânı "özleştirmek" veya bünyesinde mevcut bulunduğu ileri sürülen yabancı kelimelerin reddiyle yerine başka kelimeler ikâme etmek ifâdeyi sadeleştirmez; eskiler "kem âlât ile kemâlât olmaz" derlerdi. Bünye itibariyle zaaf içinde, eksik ve kendi mantığından koparılmış bir lisanla vuzuhu fethetmek, Thoreau'nun arzuladığı gibi karmaşık şeyleri asliyetinden birşey kaybetmeksizin "basitleştirmek" mümkün olmaz. Mânâ basite ircâ olunabilir ama lisân basite ircâ edilemez. Lisânın basite ircâ edilmesi mânâ sahnının daraltılması demektir. Güçlü lisân altyapısı, insana "ben insanım ve insânî olan hiçbir şey bana yabancı değildir" şeklinde ifâde edilen nefis emniyetini telkin eder ama temeli kağşamış ve muhtevâsı boşaltılmış bir lisân ile ilmi faaliyet yürütmek mümkün değildir.

"Nutuk"un uydurcası "söylev"dir,

Nutuk değil!

Türkiye işte bu çelişkiyi yaşıyor. Şimdi: "Öztürkçe" restorasyonuna (aslında "hunharlığına demeliydik) mâruz kalan Türkçe kendi insanını inşâ etti; bu insana artık rahatlıkla "nâtık olmayan insan" sıfatını verebiliriz. Gündelik hayatın tabi seyri içinde basit ihtiyaçların ifâdesi, hatta gazete ve televizyon yayınlarının bu dille yapılabilmesini muvaffakiyetten sayamayız; işbu lisan, nevzuhur ve bölücü bir mantık üzerine müesses olduğu için onunla vuzuhu yakalamak, yüksek şeyler terennüm etmek mümkün olmuyor. Bu vehâmeti en çok başka dillerden Türkçe'ye çevrilen eserlerde görüyoruz. Tercümelerde çift uçlu bir facia hissediliyor: Mütercim kendi dilini bilmediği için, iyi bildiğini zannettiği yabancı dilin "elenika"sına nüfuz edemiyor; o yabancı dili iyi bilmediği içindir ki kendi diline başarılı bir tercüme kazandıramıyor.

Ortada kelimeler, cümleler, paragraflar, sayfalar ve kitaplar dolusu bir yığın kılıç artığı var; vaktiyle kendi böğründen hançerlenmiş Türk dili can çekişirken, imâl olunmuş yeni dille verilen eserler ve yapılan tecümeler sefil kılıç artıkları gibi ortalığı kapladı. Dünyanın en güzel ve en mütekamil lisanlarından birini, kabile diline çevirdik; mârifet gibi mekteplerimizde öğrettik, —himmetleri eksik olmasın—ilericilerimiz ve solcularımız hangi akla hizmet ettiklerini bir an düşünmeden bu sun'i dille "yapıtlar" kaleme aldılar, birbirlerinin yapıtları medh ü senâ ede ede birkaç neslin lisân şuurunu bozdular, devlet de bu cinneti destekledi; halbuki bilmeliydiler ki o pek tutundukları "öztürkçe" ile ne beynelmilel sol literatüre bir ilâvede bulunmak imkânları vardı, ne de Kemalizm'in teorisini genişletmeye tâkât bulabilirlerdi. Kemalistlerimizin "Nutuk"un Türkçesi'ni ahmakça bir ideolojik gayretle küçümsemeleri akla sığmaz bir ihânet nümûnesidir zira Atatürk o lisanla düşünüyor, o lisanla yazıyor ve kendini o lisanla ifâde ediyordu. Atatürk'ün nutkunu, beyanatlarını ve vecizelerini yeni lisânının zevkine "tornistan" etmek, Atatürk'ün hâtırasına yöneltilen en vahim saygısızlık ama fecaat şurada: Hiç kimse bu saygısızlığın farkında bile değil!

Yakışıyor haspaya...

Felsefe senin neyine gerek ey Türk milleti; gazete manşetlerinin iri puntolarını söksen yetişir sana. Vaktiyle Türkçe'nin mümbit vahâlarında Arapça—Farsça kelimelerin sürek avına çıkan uzun dilliler, şimdi icat ettikleri "uydurca"nın İngilizce ile kırıştırması karşısında nâmuslarını incinmiş bile saymıyorlar.


Kaynak (Arşiv)