Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Eskiden spor kelimesi, Arapçadan ödünç aldığımız “idman” kelimesiyle karşılanırdı. Anadolu’da, adında idman kelimesi bulunan spor kulüpleri vardı; meselâ Trabzon İdman Ocağı, Mersin İdman Yurdu gibi.

Yeri gelmişken 1922’de kurulan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın bir nevi spor üst kurulu olarak 14 sene çalıştığını da kaydedelim.

Spor kelimesi artık başka bir kavramı ifade ediyor; işin “idman” yani, beden eğitimi kısmı azalıp önemsizleşti, çünkü sporun çok para getiren bir endüstri şeklinde tasarlanabileceği fark edildi. Günümüzde bazı sporcular, bilim, sanat, iş dünyası veya herhangi bir sektörde asla kazanamayacakları kadar para sahibi olabiliyorlar. Profesyonel sporcu tabiri ile bizim lugatteki “idman” kelimesi mâsumiyetini ve anlamını kaybetti.

Vücudunun zindeliğini korumak için idman yapan birinin para kazanmak hesabı yoktur; dolayısıyla onun “skor”la veya kendi idman skoruyla rekabete girişmesi de mânâsızdır. Günümüzde spor rekabete ve skora açık tarafıyla endüstrileşti ve kitlelerin –bir nevi- dini oldu. Bu dinin nirvanası, yani en yüksek tatmin noktası kazanmak fiili üzerine bina edildi.

İki sporcu veya takım bir müsabaka yaparlarsa herkes kimin kazanacağı ile ilgilidir; işin “idman” kısmının zevki veya kalitesi pek azımızı ilgilendiriyor. Spor endüstrisinden “kazanmak” eylemini çıkardığınızda geriye bir avuç idmansever kalır; onları sabah erkenden eşofmanlarıyla yürüyüş veya koşu yaparken, bisiklete binerken, parklarda kültür-fizik hareketi yaptıktan sonra fırından ekmek, bakkaldan süt alarak evlerine giderken görebilirsiniz.

Rekabet kurmak, yani iki unsuru birbiriyle çatıştırmak ve çatışmadan kazançlı çıkmak sporu kitlelere sevdirdi ve masum tabiatını unutturdu. Çocuklarımıza, sanki dünyanın en makul ve doğru yolu imiş gibi hep kazanmayı, kazanmak ve rekabet etmek için yaşamayı öğretiyoruz.


Hepimizin pekâlâ bildiği ve uyguladığı bu gerçeğin sorgulanması gereken boyutunu bana bir gazete haberi hatırlattı (Hürriyet gazetesine teşekkürler). Haberin başlığı şöyle: “Kaybedenlerin efsanesi Mazza ‘Yeter’ dedi”


Mazza kim? Tam adı Giampaola Mazza. Cenova doğumlu (1956) bir İtalyan; eski futbolcu ve teknik direktör.

Mazza’nın çok dikkat çekici, çok öğretici, hatta çok sarsıcı bir teknik direktörlük kariyeri var: 1998 yılından beri San Marino Milli Takımı’nı çalıştıran Mazza, 85 maçta bir tek galibiyete mukabil iki defa beraberlik aldı ve geriye kalan bütün maçlarını kaybetti.

82 mağlubiyet!

Ve Mazza 18 Ekim 2013 tarihinde, “Artık yeter” diyerek görevinden istifa etmiş bulunuyor. Kaybedenlerin efsanesi Mazza için muhteşem bir final. 82 mağlubiyetin tamamını gölgede bırakan jübile.

Dalga geçmiyorum, aksine çok saygı duyulması gereken bir şeyden söz etmeye çalışıyorum. Evvela San Marino seyircisine ve futbol basınına saygı duymamız gerektiğini hatırlatmak isterim. Maçlarını, daha sahaya çıkmadan kaybeden bir takımın çalıştırıcısını tam 15 sene görevde tutmak, onlar açısından şu anlamı taşıyor: Kazanmak her şeyin sonu değildir. Haberin ilginç ayrıntıları var, şöyle devam ediyor: “Mazza’nın görevi bırakması spor dünyasında oldukça ilgi çekti. Zira, Mazza, ‘ezeli bir kaybeden’ olarak spor tarihine geçse de sempati şampiyonluğunu kimseye bırakmadı. Son olarak Dünya Kupası elemelerinde Ukrayna’ya 8-0 kaybeden Mazza, hiçbir resmi maç kazanamadıkları için üzgün olduğunu ama San Marino’nun geliştiğini vurguladı.”


Sempati şampiyonu olmak, bizim spor –daha doğrusu futbol- iklimimizde kimselerin kolay kolay anlayamayacağı bir kavramdır ve ancak “idman” denilen şeyin aslî tabiatından zevk alan insanların yükselebileceği bir idrak seviyesidir. Bu noktada Mazza’nın, “Takım son yıllarda daha da gelişti ve cesaretle oynuyor.” sözünü bizim futbol kavrayışımız ilk anda “bu adam aklını yemiş” tepkisiyle karşılar, hemen ardından bir kısmımız, “bu da bir nevi ironi galiba” yorumunu yapar ama ben Mazza’nın ne demek istediğini çok iyi anladığımı sanıyorum.

San Marino, 62 km²’lik minyatür bir ülke; toplam nüfusu 33 bin kişi ve bunların çoğu İtalya’da yaşıyor. Emperyalizm sabıkası ile şöhret bulmuş dünya devlerinin birbirini boğduğu (bkz. Son iki dünya savaşı) bir coğrafyada San Marino’nun varlığı bir şaka gibi.

Zarif bir şaka ama; evcilik oyununu andırır bir “devletçilik” oyunu gibi görünse de bu şakanın varlığını tanıyan ve koruyan Avrupa kültüründen öğrenecek bazı şeyler var hâlâ. Şaka gibi ülkenin futbol takımından zafer destanları yazmasını beklemek de oyunu fazlaca ciddiye almak manasına gelir zaten. Futbol, herkesin bildiği gibi bir oyundur ve manzaraya göre San Marinolular, bu oyunda bulunmaktan zevk aldıklarını hissettiriyorlar bize. Dünya sıralamasının en dibinde (207. sırada) yer alsa, 85 maçta filelerinde 366 gol görmesine rağmen toplamda 15 yılda 15 gol atabilmiş olsa da (her sene başına bir gol!) galiba bu adamlar futbolda bizim pek iyi göremediğimiz bazı eğlenceli boyutlar fark etmeyi başarmışlardır. Samuel Beckett’in, “Hep denedin, hep yenildin; yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” sözünün yaşayan misâliyle karşı karşıyayız.


San Marinoluların tek tek ne düşündüğünü bilemem elbette ama Mazza’nın cümlesinden o mesajı çıkarabiliyorum; onlar daha iyi yenilmenin tadını çıkarmayı biliyorlar; daha çok gol yiyerek, daha berbat mağlubiyetler alarak değil elbette; her defasında oyun ruhunu yukarıda tutarak, kuralları zorlamak veya suistimal etmek yoluna tevessül etmeden maçlara çıkarak, sahada ellerinden geleni yaparak (veya en azından şike, hakem ayarlamak, doping yapmak gibi rezilliklere tenezzül etmeyerek) ve işin en güzeli her mağlubiyetten sonra “utandık, rezil olduk, tuh size” şeklinde cayırtı koparmayı akıllarından bile geçirmeyerek oyunun içinde kalmayı başarıyorlar. Her ligin bir şampiyonu olur, her müsabakanın bir kazananı; mağluplar sistemin tabii üyeleridir. Onlara günün birinde galip gelebilecekleri vaadi sunulur ama sistemin bütünü mağlupları önemsemez, hatta ikincilere bile aldırış etmezler.


Mazza’yı sevdim; San Marinolulara büyük saygı duymaya başladım.

Bu raddeden sonra yapılması gereken en mâkul şey, onu alıp Türk Milli Futbol Takımı’nın başına tam yetkiyle geçirmektir.

Yenmeyi bir türlü öğrenemeyenlerin işe, yenilmeyi öğrenmekle başlamaları için bir yoldur bu.

Çok ciddiyim. **

[email protected]