Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Heykel mevzularını severim; küçükken bütün dâhi çocuklar gibi ben de heykeltraşlıkla uğraşmış, yumruk büyüklüğünde bir mermer parçasına çelik kalemle insan kafası sûreti yapmıştım da, arsada top oynamama bile "Kâfirler Hazreti Ali Efendi'mizin başıyla böyle top oynadılardı" diyerek karşı çıkan rahmetli annem, ilk heyketrâşî eserimi görünce, günâh-ı kebâirin tamamını bir celsede işlemişim gibi celâllenip, "Bunu da mı görecektim; vay benim dertli başım" makamında ağlamaya başlamış, böylece gerek sanat ve gerekse entelektüel hayatım başlamadan sona ermişti.

Ha, ne diyordum, resmim de fena değildir lâkin üç boyutlu oluşundan mıdır nedir, heykel sanatına karşı geliştirmiş olduğum "kasabın kedisi" bakışlarındaki kıvılcımlı hasret ateşi hiç sönmedi, için için yanıyor. Heykel meselesinde yazdıklarım şimdiden bir ansiklopedi cildini doldursa da kâffesini bir cümlede şöyle özetleyebilirim: "Heykeltraş yetiştirmeyi beceremiyoruz; dışardan getirtelim!" Çünkü sebebi ortada, memlekette eli yüzü düzgün kaç heykel varsa ecnebîlerin azîzim; ya Krippel'dir, ya Canonica, ya da Joseph Thorak. Bizimkiler kusura bakmayacak, olmuyor, defalarca şans verildi, güzel projeler, yüklü te'lifler... I-ıh!

Yüksek sanattan ve entelektüel zevkten mahrum olduğumu saklamıyorum ama, belirli aralıklarla ülke gündemine gelen ve ortalığı karıştıran "hayat tarzı çatışması" haberlerine nedense hep bazı heykellerin konu teşkil ettiğini fark edecek kadar da kurnazımdır yani. Netekim bazı yontucularımızın yapıtları allem-kallem her nedense mutlaka gazetelere düşüyor, mahkemelik oluyor, insanlar lehinde veya aleyhinde gösteriler yapıp basın toplantıları düzenliyor, bir nevi tanıtım olmuş oluyor.

Birkaç sene evvel Van'ın Erciş kazasında düzenlenen bir sempozyuma katılan bir yontucumuzun yapıtı da aradan beş-on gün sonra tarihî eser zannedilerek Van Müzesi'ne kaldırılınca ortalık birbirine girmiş, bilahare eser göl kıyısında bir parkta ele geçirilmişti. Buna paralel bir başka heykel olgusu, aziz yurdumuzun muhtelif beldelerini süsleyen elma, armut, karpuz, fındık, fıstık, kavun, üzüm, domates, horoz, köpek yontularıdır ki, Batılı olmak yolunda bizim tren, istasyona hayli tehirli geldiği için soyut sanatın yalçın tepelerine paraşütle kestirmeden inmek bâbındaki kösnül hırsımızı aksettiren aşkın ve fantastik nümûnelerdir. Bunlar meyânında Adilcevaz'daki bir çift ceviz heykelinin ayrı bir yeri olduğunu kabul etmeliyiz. Bu örneklerden aldığım haz, hız ve heyecanla evin balkonundaki köşeciğimde ilk taslaklarını geliştirdiğim mercimek heykeli çalışmalarımın sanat düşmanı çevrelerce (Onlar kendilerini bilirler efendim!) akâmete uğramasını buracıkta pes perdeden protesto etmek isterdim şahsen...

Onu diyordum, 94 senesinde hatırlarsanız, "Tükürürüm ben böyle sanatın içine" lâfıyla meşhur olan bir heykel vardı; heykeli bugün kimse hatırlamaz fakat müthiş iskandal çıkmıştı hani; işte o sanatçımızın başına daha sonra bazı aralıklarla benzer talihsizlikler geldi; geçen sene Kars tepelerine yaptığı İnsanlık âbidesi, "Ucûbe" yakıştırmasıyla hunharca yıktırıldı. Şimdi ise geçenlerde netekim değinip geçtiğimiz, "Can Baba'nın kabrine şarap dökülür mü dökülmez mi?" tartışması esnasında buyrunuz, bu yontucumuzun Can Baba'nın kabri isimli eserini kırmasınlar mı? (Bu arada Can Baba'nın şarapçılığı hakkında güçlü deliller ele geçirildi; doktriner tartışmacıların dikkatine arz!)

Meğer sıradan bir taş değilmiş, müellifi sıradışılığını şöyle anlatıyor: "O, Can Yücel'in can taşıydı. Arkasından güneş vurduğunda ışıktan bir cenin belirirdi can evinin çemberinin ortasında. Can Baba'nın içindeki ışıktan çocuğu, yaratıcı cevherini görünür hale getirirdi güneş. Çemberden öne doğru yılankavi hareketlerle akıp yere düşen, oradan tekrar doğduğu yere kaynağına doğru geri akan şu sonsuz yaşamın döngüsüne gönderme yapıyordu."

Okurken öyle duygulanmışım ki sicim gibi dökülmeye başladı gözyaşları. Ne zaman adam olacağız biz diye düşünüp ağladım. Karşıdan bakınca sanıyoruz ki bir çift ceviz! Hay koca cahil kafam; bir düşün, bir araştır! Bayramınızı kutlayacaktım; kaynadı gitti araya. Memleket işleri bitmiyor ki birader!