Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Önce bir "epistemoloji" tarifi yapalım: "İlimler tarafından ortaya konulan felsefi problemleri ele alan disiplinin adı. Bu mânâda ilimler felsefesini ifade eder.

Esas olarak prensipleri hipotezleri, bilginin mantıki kaynağını, değerini, objektif kapsamını, geçerliliğini tayine mahsus çeşitli ilimlerin elde ettiği neticelerin tenkidî etüdü. İlmi bilgi metodlarının tetkiki" (Süleyman H. Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü). Tarifi biraz daha açarak basitleştirebiliriz: Bilgi nedir, nasıl elde edilir, neye yarar ve değeri nedir sualinin cevabını arayan disiplin. Bu mânâda bilgi kullanan herkes, farkında olsa da olmasa da kendi çap ve kalitesinde bir epistemolojik temelden hareket ediyor demektir.

Pozitif veya müsbet ilim dediğimiz ilim cinsinin neticelerine mutlaklık izâfe edilmesi, zannımca bizde müsbet ilimlerin gelişmesini de mühim ölçüde etkilemiştir. Paradoks yapıyor değilim: Jeoloji bir müsbet ilim; "Ya müsbet olmasaydı hâlimiz nic'olurdu" diye düşünmeden edemiyorum. Çankırı depremi üzerine televizyonların deprem uzmanları yine birbirlerine girdiler. Ekranlarda karşılıklı olarak teoriler, senaryolar, hipotezler şakırdatıldı ve geçen sene olduğu gibi şimdi de Türkiye'de deprem riskine en fazla mâruz bulunan bölgelerde yaşayan ve kısm"ı küllisi ortalamanın üstünde okuma"yazma bilen insanların kafası allak"bullak oldu. Jeologlar bilim adamı mı, üfürükçü mü? Pozitif bir olgu veya bulgu, muhtelif ilim adamlarının içtihadına göre hem doğu, hem de batı istikametinde seyredebilir mi?

Şüphesiz ilim adamı yetiştiriyoruz; fakat bu insanlara epistemolojik bir ototenkid cihazı yerleştirebildiğimiz hususu çok su götürür bir meseledir. İlim nâmına öğrenilen "daha önce başkaları tarafından üretilmiş" sınırlı tekniklerin izaha kifayet etmediği yerde tıkanıklık başlıyor. Epistemoloji öyle bir felsefi zemindir ki, ilim adamına, öğrenilmiş bilgiler bütününü başı sonu belirli bir teknik olmaktan kurtararak genişletmek ve onu yeniden üretmek imkanlarını bahşedebilir. Üniversitelerimiz de dahil, öğretim kurumlarında "felsefe, hele bilgi felsefesi ne kelime?" metodoloji bile öğretmiyoruz. Metodsuz bilgi ebterdir (zürriyetsiz); kendi hudutlarını zorlayamaz ve bu haliyle öğretilmiş teknikten ibaret kalır. Eğitim ve öğretim usulleriyle teknik öğretmek daima mümkündür; fakat bilgiyi, yeni sınırlara doğru genişletmek, o esnada karşılaşılan problemlerle başetmek ancak olgun bir metodoloji ve elbette epistemoloji birikimine muhtaçtır.

Ünlü jeologların birbiriyle muaraza etmesini küçümsüyor değilim; tam aksine zevk ve heyecanla takib ediyorum; aynı veriler bütününden farklı teoriler çıkarmak mümkün ve hatta tabiidir. Burada "üfürükçü" tâbiri ile zemmettiğim husus, "bilginin tek türü vardır; o da pozitif bilgidir; pozitif bilgi de ancak bilimsel metodla elde edilebilir" dogmasında saplanıp kalmış ve ne yazık ki artık arkaik hale geldiği hâlâ fark edilmemiş zihniyet cinsidir. Yer kabuğunun hareketlerini ölçmek, bir ucu daima metafizik muğlaklıkta kaybolmaya mahkûm bir ilmi teşebbüstür; öyleyse jeolojinin de bir ucu muğlaktır. Bizim jeologlarımızı televizyon ekranlarında birbirine düşüren temel mesele, hiç şüphesiz yeterli miktarda sağlam veriye sahip olmamaları; kabullenmek istemediğimiz hakikat ise, hiçbir zaman mükemmel verilere sahip olamayacağımızdır. Pozitif bilimler ölçerler, tartarlar, sınıflandırırlar ve neticede bir teoriye vâsıl olurlar. Teori, hakikatin kendisi değildir; sınırlı zaman için gerçeğin yerine ikame edilebilir o kadar. Peki "ölçmek", ölçüm neticesinde mutlak verilere ulaşmak mümkün mü? Aslına bakılırsa neyi, hangi sıhhat derecesinde ölçebildiğimiz de bir ucu muğlak bir gayret gibi görünüyor. Bir hafta öncesine kadar ışık hızı, fizikî ilimlerin neredeyse mutlak kabul edilen en sarsılmaz kriteriydi. Geçtiğimiz hafta içinde ışık hızının mutlak ve sâbit bir katsayı olmayabileceği yolundaki yeni bir teori ile sarsılıverdik.

İsterseniz buruk bir hâletle tebessüm edebilirsiniz; bizde resmî bilim kuruluşlarına hâkim olan temel epistemolojik tutum, ancak kendi yüzyılında, XIX. asırda bir şey ifade eden pozitif epistemoloji idi. Einstein, 1905 yılında pozitif epistemolojiyi bir tomar kağıt ve birkaç düzine kurşunkalem tüketerek temelinden sarstığında biz pozitivizmin alfabesini yeni hecelemeye başlamıştık. Işık hızının kâinatta en güvenilir sâbite olduğunu sarsan son deneyler, Einstein'ın izâfiyet nazariyesini Hazreti Süleyman'ın tahtını kemiren tahta kurdu gibi için için oymaya başladığı şu günlerde bizim hâlâ pozitivist epistemoloji çayırlarında iki asır evvelinin paradigmaları ile idare ediyor olmamız gülünçtür ve bu tutumun coğrafya paradigması itibariyle uydudan alınmış yer fotoğrafları veya üç boyutlu harita verileri kullanmak yerine Batlamyus'un yaptığı haritalarla ihtiyaç gidermeye benzediği kat'idir.

Ama siz hâlâ "Pekâlâ demokrasisiz cumhuriyet de olabilir." diyenlerden iseniz, Batlamyus haritaları ile yer ve istikamet tayin etmenizde hiçbir mahzur bulunmamaktadır efendim; hatta üstüne üstlük bir de "Profesör maaşı on sene evvel paşa seviyesindeydi, şimdi binbaşılar kadar maaş alıyoruz." diye sızlanırsanız, size hiç kimse "epistemolojik meşrebiniz nedir hocam?" diye sual etmeye asla cesaret edemeyecektir!