Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu yazının özü, gazetemizin değerli yazarlarından Fatih Uraz kardeşimin cümlesinde saklı: "Finale gitmekten keyif almayanlar"; tam isabet: İşte ben o zümreye dâhilim.

Yanlış anlayabilecekleri hükümlerinde serbest bırakarak ifade ediyorum ki, ben bu "zafer"den hoşnutluk duymadım, sevinemedim, keyiflenmedim. Nihat golü attığında bile sevinçten havalara sıçrayıp yanımdakilerle "çaak" bile yapmak içimden gelmedi. Anladım ki çarşamba günü düşe kalka Bosna Hersek'in gençlerini güç bela yenebilen takım, benim için "milli takım" olmaktan çıkmış; Fatih Terim'in takımı, Haluk Ulusoy'un takımı gibi bir şey olmuş.

Maçın sonlarına doğru mikrofonu kaparak seyircileri harekete geçmeye çağıran o anonsçunun telâşı, mezarlıktan geçerken korkusunu bastırmak için türkü çağıran adamın hâlini hatırlattığı için sevimsiz ve iticiydi; futbolcuları aşağılıyordu ve çünkü onları ancak seyirci desteğiyle kımıldayabilen değersiz bir gürûh derekesine indiriyordu; seyirciyi aşağılıyordu çünkü seyircisini "ikaz edilmedikçe" sesini çıkarmayan bir topluluk olarak görüyordu ve nihayet centilmenlik ruhunu aşağılıyordu çünkü neye mal olursa olsun maçın kazanılması gerektiğini yalvarırcasına âşikâr ediyordu. Utanç vericiydi; öfkelendim, canım sıkıldı.

Futbolcuların da aralarında bulunduğu bir topluluk, maç bitince "kimseden ders almayan fakat elâleme ders veren" teknik direktörleri karga tulumba havalara fırlatırken içim acıdı fakat ertesi gün bölüşülecek prim miktarını gazeteler yazınca futbolculara hak verdim; hak verdim çünkü şu Avrupa Şampiyonası eleme maçlarında onlar kadar kötü futbol oynadıkları halde bu kadar para ve koftiden onur kazanan bir başka ekip yoktu. Maç bitince "görmemişin oğlu" gibi havai fişekler patlatılması, ayrı bir düşkünlük gösterisiydi; sonra şehirlerin meydanlarında toplanarak konvoy yapan ve klakson öttürerek "zafer"in tadını çıkarmaya çalışan kalabalıkların aslında neye sevindiklerini kestirmeye çalıştım.

Hoşuma giden tek şey, maç sonu basın toplantısında "görevime devam ediyorum" diyerek "gönüllere su serpen" teknik direktörün beni şaşırtmaması oldu. Doğrusunu isterseniz şöyle demesini bekliyordum: "Özür dilerim, ite-kaka da olsa görevimi yerine getirip takımı finallere taşıdım fakat şimdi görevimden ayrılıyorum; bundan sonra yöneticilerin yeni bir karar vermelerine zemin teşkil etmek için bunu yapmalıydım ve yapıyorum". Bunu yapabilseydi içimden "helâl olsun" diyecektim. Yapamadı!

Evet, bu hoşuma gitti, gülümsedim ve bu takımla -formalarının göğüslerindeki ay yıldızlı amblem hariç- bütün sempatik alâkamı rafa kaldırdım ve içimden dedim ki, "o istifa etmezse ben istifa ederim!" Hesap sormayı bilmeyenlerle artık beraber değilim; hesap vermeyi bilmeyenlerle hiç değilim. Herhangi bir olguyu gerçek boyutlarıyla kavramaya çalışmaktansa goygoycuların dümen suyuna giderek her yenilgiyi mâtem, her galibiyeti bahar çelenkleriyle karşılayan bu kitle ile paylaşacak fazla şeyim kalmadığını görüyorum. Yenmeyi bilmek gibi yenilmeyi bilmenin bir edep meselesi olduğunu kavrayamamış kişilerle gıyâben de olsa aynı maçı seyretmenin, aynı takımı tutmanın tadı kalmadı. Uçsalar da kuş değiller! Milliyetçiliğin niçin ille de "yüksek bir milli kültür birikimine dayanması gerektiği"ni, öyle olmadığı zaman milli heyecanın nasıl ve niçin kekre ve ekşi bir koku yaydığını uzun uzadıya izah etmenin henüz zamanı gelmediğini de farketmiş bulunuyorum. Hele erken; şimdilik bu gibi alaturka kurnazlıkların naif sâfiyetlere bürünerek sağduyuya galebe etmesini tahammülle seyretmek zorundayız. Üç beş nesli daha kazasız-belasız geçirirsek eğer... Eh, belki!