Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Son günlerde Mimar Sinan hakkında iki önemli yazıyı birkaç gün aralıkla okuma fırsatı buldum.

Önce aziz dostum Mustafa Armağan'ın "Sinan'ın Kafatası"nın nerede olduğunu gündeme getiren iki makalesinin ardından mütefekkir mimarımız Turgut Cansever Bey'in Sinan'ın mimarlığını konu edinen hayli hacimli bir takrîzini okumak bahtiyarlığına eriştim. Aynı günlerde NTV'de yayınlanan "Leonardo" belgeselinin bir bölümünü seyrederken yeniden "Mimar Sinan meselesi"ni hatırladım.

<!--more-->

Sinan diye bir "mesele"miz var mı?

Evet, bizim "Mimar Sinan" diye bir meselemiz var ve zannımca yüzyıllardan beri halledilmemiş haliyle bekliyor. Birkaç yıl önce Türk Edebiyatı dergisinde yayınladığım "Uzaydan mı gelmişlerdi?" başlıklı yazıda, meseleyi kapsam bakımından daha yaygınlaştırarak kendimce tartışmaya gayret etmiştim. Bu yazıda anafikir itibariyle medeniyetimizin zirvelerini teşkil eden eserlerin, âniden nesli münkariz hale gelmiş gibi donup kaldığını, gelenek vâsıtasıyla yeniden çoğaltılmasının veya üretilmesinin mümkün olmadığını ileri sürerek Sinan'ın, Fuzûlî'nin veya Kütahya çinilerini sırlayan ustaların birer "uzaylı" olup olmadığını münakaşa etmiştim. Rönenans'ı çiçeklendiren meşhur İtalyan hezarfeni Leonardo da Vinci'nin hayatını ve sanatını dramatize eden "Leonardo" belgeselini seyrederken günümüzün mimarlık birikimi bakımından Sinan'ın niçin bir uzaylı gibi kaldığını farkeder gibi oldum: Sinan'ın en mühim eserleri birer mimarlık âbidesi olarak hâlâ ayakta duruyordu ama bir sanatkâr, bir insan, ait olduğu toplumun bir cüzü olarak Sinan'ı anlamamıza ve onun tecrübelerini tekrarlanabilir kılmamıza yarayan "ara bilgiler"den mahrumduk. "Ara bilgi"ler, dehâyı değil, insânî ve sıradan nitelikleri kavramak için lâzımdı. Meselâ hangi sanat tarihçisi ve mimarın Sinan'ın bir binayı tasarlarken yaptığı eskizlerden haberdar olduğunu merak ediverdim birden. Sinan'ı, hemen hepsi tamamlanmış ve hayranlıkla tebcil edilmiş eserlerindeki anafikir ve nüansları izleyerek tanımanın değeri inkâr olunamaz ama binâ ile mimarı arasındaki bütün ilişkinin, eserden hareket ederek tahlil edilmesi daima eksik kalmaya mahkûm bir işlem gibi görünmüyor mu? Sinan'ın hâlet—i rûhiyesini, tabiatını, zaaflarını, fıtrî temâyüllerini, kendine mahsus hususî tavır ve alışkanlıklarını bilmiyoruz. Sıradan bir meraklının nazarında Sinan, kendi gökyüzünün tek yıldızı gibidir; XVI. yüzyılda gözkamaştırıcı bir parlaklıkla doğar, Osmanlı coğrafyasının muhtelif merkezlerine âdetâ sihirli parmaklarını dokundurarak şâheserler kondurur ve vakit gelince göçer gider; ufûlünün ardından kendi mektebinde yetiştirdiği halefleri, o istikamette eserler inşâ etse de hiçbiri onun parlaklığına erişemez. Onun zihninde taşın, demirin, harcın, kurşunun ve ahşabın eriştiği kemâlâtın sırrı onunla birlikte sanki toprağa defnedilmiş gibidir.

Sinan aşılabildi, hattâ aşılmalıydı

Mimar Sinan şüphesiz kendinden önceki mimari tecrübesini çok iyi okumuş, değerlendirmiş ve özümlemiş bir sanatkârdı ama ölümünden sonra onun parlaklığına erişebilmiş hiçbir halefinin bulunmaması bana hiç de tabii görünmüyor. Bu "mesele"yi dehânın tekrarlanmaz tabiatına sığınarak çözmeye kalkışmak bence mâkul değil. Sinan'ın dehâsını inkâr etmek ne haddime ama görüyoruz ki Sinan'ın yeryüzüne bıraktığı izler, üç hacim içinde ölçülebilir, tahlil edilebilir, dokunulabilir ve tabii olarak anlaşılabilir bir mâhiyet gösteriyor. Mimar Sinan hacimler tasarlamış ve inşâ etmişti. Onun tasarladığı binâlara uyguladığı temel ölçüleri, nisbetleri, binâ ve çevre ilişkilerini, işçilik ve malzeme problemlerini tekrar be tekrar tahlil etmek mümkün; netice itibariyle Sinan, görünmez varlıklardan ilham alarak, eserleriyle suya seccâde sermek türünden kerâmetler serdeden bir efsânevî şahsiyet değildi ve esoterik bir boyutu yoktu. Buna mukabil ben Mimar Sinan'ın gösterdiği olağanüstü sanatkârlık performansıyla haleflerinin gözünü kamaştırarak kendi mimarlık mektebini çözülemez bir bilmece haline getirdiğini de zannetmiyorum. Teorik açıdan Mimar Sinan hem tekrarlanabilir, hem de aşılabilirdi, bu pekâlâ mümkündü çünkü Sinan'ın aşılamayacağını savunmak, insanın tükendiğine inanmak cinsinden bir teori hatâsıdır.

Leonardo ve Sinan

Mustafa Armağan sözü edilen makalesinde, 1935 yılında aniden yoğunlaşan bir dikkatle Mimar Sinan üzerine bazı araştırmalar yapıldığı bilgisini veriyor; bu dikkat yoğunluğunun, Sinan'ın kabri açılıp kafatası ölçüldükten ve "Türk" olduğuna karar verildikten sonra âniden pörsüyüvermesi ne kadar hazîn ve târif edici bir hâdisedir. Bence Sinan'ı anlamak ve aşmak için bize gerekli olan bilgi, onun kafatasını ölçmekten ziyade muhakeme ve karar verme tarzının ayak izlerini sürmekti; işte Leonardo belgeselini seyrederken farkettiğim, imrendiğim ve eksikliğini duyduğum şey buydu. Sinan'ın ardında Leonardo kadar "ayak izi" bırakmamış olmasına hayıflanmalı mıyız; eskizler, taslaklar, çizimler, notlar, etüdler, belki birkaç günlük? Hâsılı "Leonardo" benzeri bir belgesel çekebilmek için Sinan'la eserleri ve eserlerini inşâ ettiği devir arasındaki ilişkiyi çözmemize yardımcı olabilecek her türlü vesikaya muhtâcız. Doğrusu bu vesâikden ne kadarına sahip olduğumuzu bilmiyorum. Öyle anlaşılıyor ki —dünya televizyonlarını geçtik— kendi kamuoyumuzu tatmin edecek tarzda bir "Sinan" belgeseli çekmek için yeterli verilerden mahrumuz; kaldı ki az miktardaki vesikanın bile nasıl değerlendirileceği ve vesikaların izah edemediği boşlukların nasıl tamamlanacağı yolunda sarih bir fikrin mevcudiyetinden de şüpheliyim.

Sinan'ın birikiminden "çaresizlik mimarisi"ne bir arpa boyu

Sinan şüphesiz dehâ derecesinde büyük bir mimardı ama Sinan'ın halefleri onun açtığı çığırda yürüyecek tâkâtı gösteremediler. "Türk mimarlığının bugünkü seviyesinde, Sinan'ın tecrübesi nasıl bir yer tutuyor?" sualinin cevabını arıyorum. Uzaktan bakılınca mimarlıktan ziyade siyaseti sevdikleri yolunda bir intibâm olsa bile bu suale mimarlar adına cevap vermek için kendimi ehil görmüyorum. Yaygın ve mânidar tatbikattan yola çıkarak görebildiğim tek şey, günümüz Türk mimarlığının bir "çaresizlik mimarisi" çizgisine mıhlanıp kaldığıdır. Bütün genel hükümlerde olduğu gibi bu fikrin çok mühim ve değerli istisnâları dışarda bırakmak gibi bir zaafla mâlul bulunduğunun farkındayım. Bu yargımı değiştirmek için iknâ edilmeye hazır olmakla beraber akıl yürütme tarzım, Mimar Sinan'ın bir "uzaylı" olduğu fikrini daha kabule karîn görmeme sebep oluyor. Mektebi bitiren her mimardan bir Sinan performansı beklemek haksızlık ama bu husustaki iyiniyetim mimarlık alfabesindeki telaffuz hatâlarını görmezden gelmemi de engellemiyor. Zihnimde, "Mimar Sinan gerçekten yaşadı mı?" sualini ciddiyetle evirip çeviriyorum çünkü mimarlık çizgimizin tarihi seyri, aradan (Sinan) parantezi kaldırıldığında daha mâkul ve anlaşılabilir bir çizgi arzediyor.

Sinan'ın kafatası şimdi, nerede?

Mustafa Armağan, "Sinan'ın kafatası şimdi nerede?" sorusuna cevap arıyor; bu soruya hayli tatminkâr bir cevap verebileceğimi hissediyorum: Bence Sinan'ın kafatası, yaşadığı sürece neşrettiği bütün dehâ şualarıyla birlikte geldiği yere, yâni uzayın dipsiz derinliklerine kaldırılmış olmalıdır.